Friday, May 20, 2016

Ann Vartabedyan Talanyan arşivi - Belmont, ABD

Bu fotoğrafları, Rupen Vartabedyan’ın (1893-1983) kızı Ann Vartabedyan’ın (evlendikten sonra Talanyan) kızı Deborah Talanyan tarafından elimize ulaştırıldı. Fotoğraflar, Harput Ovası’nın Hüsenik şehrinde (günümüzde Ulukent) yaşayan Vartabedyan ailesinin üyelerine aitler. Kapriel Vartabedyan ile karısı Anna’nın (evlenmeden önceki soyadı Bozoyan) kızları, Maritsa (1891-1967), Anjel, Sara (1892 doğumlu), Zabel ve oğulları Rupen olmak üzere beş evlatları olur. Vartabedyan ailesi Hüsenik’in tanınmış ipek üreticilerindendi. Kendilerine ait bir fabrikaları ve şehrin içinde inşa edilmiş çok güzel bir konutları vardı. Kapriel’in babası Boğos Vartabedyan, Bursa’daki ipekböcekçiliği okulundan mezun olmuştu.

Kapriel ve Anna’nın çocuklar Hüsenik’teki okullara gitmişler. Anjel’in, Hüsenik’e komşu olan Harput şehrindeki Fırat Koleji’ne de gittiği bilinmektedir. Anjel daha sonra Şıkhloyan soyadlı (adı bilinmiyor) Diyarbakırlı Ermeni bir avukatla evlenir ve Diyarbakır’a taşınır. Şıkhloyanlar aslen Harputlu’dur. Diğer kız kardeşleri Sara ve Maritsa, 1907 dolaylarında Birleşik Devletler’e göç ederler. Sara, Hampartzum Boğosyan’la, Maritsa ise Krikor Aroyan’la evlenir. Sara birkaç yıl sonra Hüsenik’e döner ancak 1913’te tekrar Birleşik Devletler’e gider.
Sara, Rupen ve Maritsa hariç ailenin tüm fertleri Soykırıma kurban giderler.
Vartabedyan ailesi, Hüsenik, 1907. Soldan sağa: Anjel Vartabedyan, Anna Vartabedyan (evlenmeden önceki soyadı Bozoyan), Anna’nın kucağındaki Zabel Vartabedyan, Rupen Vartabedyan, Kapriel Vartabedyan. Fotoğraf Sursuryan tarafından çekilmiş.
Hüsenik, 1911. Sağda Rupen Vartabedyan, Osmanlı Ordusunda askerlik yaptığı sırada. Yanında oturan Türk komutanı. Soldakinin kimliği bilinmiyor. Harput Ovası Ermenilerinin yok edildiği Soykırım yıllarında Rupen’in, bu konutanın uyarısı sayesinde hayatını kurtardığı anlatılmaktadır. Fotoğraf Sursuryan.
Hüsenik, 1912/1913 civarı. Vartabedyan ve Şıkhloyan aileleri. Soldan sağa: Şıkhloyan, Anjel Şıkhloyan (evlenmeden önceki soyadı Vartabedyan), Anna Vartabedyan (evlenmeden önceki soyadı Bozoyan, Anjel’in annesi), Sara Vartabedyan (evlendikten sonra Boğosyan). Fotoğraf Sursuryan tarafından çekilmiş.
1
2
1) Hüsenik, 1913։ Solda Sara Boğosyan (evlenmeden önceki soyadı Vartabedyan), sağda kız kardeşi Anjel Şıkhloyan (evlenmeden önceki soyadı Vartabedyan). Fotoğraf Sursuryan tarafından çekilmiş. Bu fotoğraf, Sara’nın Birleşik Devletler’e gitmesi öncesinde çekilmiş. Böylece Sara, iki sene sonra Harput Ermenilerini yok edecek olan Soykırım’dan da kurtulmuş olur.
2) Hüsenik, 1905 civarı. Anna Vartabedyan (evlenmeden önce Bozoyan) ve kocası Kapriel Vartabedyan. Fotoğrafta Anna’nın hamile olduğu görülmektedir; daha sonra Zabel’i dünyaya getirecektir.

Hüsenik, 1905 civarı. Ayaktakiler, soldan sağa: Rupen Vartabedyan, Sara Vartabedyan (evlendikten sonraki soyadı Boğosyan), Anjel Vartabedyan (evlendikten sonraki soyadı Şıkhloyan), Maritsa Vartabedyan. Oturanlar, soldan sağa: Anna Vartabedyan (evlenmeden önce Bozoyan), Kapriel Vartabedyan. Fotoğraf Sursuryan tarafından çekilmiş.

Tuesday, May 17, 2016

Neşe Düzel’in Mete Tunçay ile yaptığı Taraf gazetesinde yayınlanan röportajından:

‘Milli Mücadele’de, insanları Türk milliyetçiliği adına harekete geçirmek mümkün değildi… Milli Mücadele tamamen İslam dininin istismarına dayanan bir şekilde kuruldu…’ dediniz. Milli Mücadele dini nasıl istismar etti?
Mesela… Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, memleketteki bütün İslam yurttaşları ‘tabii aza’ sayıyordu. Gayrımüslimler ise Cemiyet’e üye olamıyorlardı. Mesela… Hiçbir Osmanlı Mebusanı’nda kürsüden Kur’an okunmamıştı. Büyük Millet Meclisi’nde ise kürsüden Kur’an okunuyor, Hacı Bayram’a Cuma namazına gidiliyordu. Meclis’in açılış günü bile Cuma’ya denk getirildi. Dolayısıyla İslam, Osmanlı’nın Meşrutiyet döneminde sahip olmadığı öneme, Milli Mücadele döneminde sahip oldu.

Dinin kullanılması ne kadar sürüyor?
Askerî zafere kadar sürüyor. 9 Eylül 1922’de İzmir’e girildikten sonra Atatürk Ankara’ya dönüyor. Kendisine “Hacı Bayram’a gidip şükran duası edelim” dendiğinde de, “Benim böyle bir borcum yok” diyor. Mesela… Milli Mücadele yıllarında, ‘İslam milleti’ anlamına gelen, “biz burada sadece Türk değil, Kürdü, Arabı, Lazı, ve Çerkesiyle tam bir birliğiz” denirken, Milli Mücadele’nin kazanılmasından sonra bu milli birlik, ‘Türk milli birliğine’ dönüştürülüyor.

İslamiyet birleştirici unsur olmaktan çıkıyor mu?
Birleştirici unsur Türklüğe çevriliyor. Ancak bu süreç adım adım ilerliyor. Çok kişi unuttu ama… 1922’nin kasımında Saltanat kaldırıldı ve Mecit Efendi halife oldu. Onun halifeliği bir buçuk sene sürdü. Bu bir buçuk senenin dört ayı Cumhuriyet dönemidir. Yani, bizim önce ‘halifeli bir cumhuriyetimiz’ vardı.

Bugün ciddi bir biçimde sorgulanan Cumhuriyet’in iki temel kurumuna dönersek… Neden bizim ordumuz ve yargımız Avrupalı ülkelerden farklı?
Bizim ordunun siyaseti dikte etme imkânı var. Ve, ordu da bunu yapıyor. Aslında ordunun ne kadar laiklik ve ilericilik yanlısı olduğu konusunda karar vermek güç. Ama şu kesin. İlerici ve laiklik yanlısı görünmek, orduya dominant güç olma imkânını sağlıyor. Zaten ordunun istediği de…

Ordunun asıl istediği nedir?
Ordunun istediği de, Türk toplumu üzerindeki egemen konumunu sürdürmek. Bütün bu laiklik ve Atatürk devrimleri vurgusu, topluma direktif vermeyi sürdürmenin bir bahanesi oluyor ordu için. Ordunun ilericiliği bana açıkçası bahane gibi geliyor. Toplumdan niye daha ileride olsunlar ki? Bunlar, öyle felsefe ve metafizik eğitimi görmüyorlar ki. Toplumdan daha ileride olabilmeleri için bir neden yok. Ama Abdülhamit’e Kanun-i Esasi’yi yeniden ilan ettirdikten bu yana, bu ülkede atılacak adımlara hep ordu karar verdi.

Cumhuriyet kurulduğunda toplumun yapısı nasıldı?
Bugün 72,5 milyonluk nüfus var. O gün 12 milyonluk bir kitleden bahsediyoruz. O kitlede muhacirlik, mübadillik, yerlilik, ayırımını da düşünmek lazım.

Niye?
Şunu unutmamak lazım. Teknoloji, medya, iletişim ve ilişkiler bugünkü gibi değildi. Ankara’da cumhuriyet vardı ama Atatürk, İstanbul’a küs idi. Yani İstanbul, Atatürk’ün küs olduğu bir şehirdi. 1927’ye dek Atatürk İstanbul’a gelmedi. Ancak 1 Temmuz 1927’de şehri affetti. O güne dek, İstanbul’a hep kötü gözle bakıldı.

Atatürk İstanbul’a niçin küstü?
İstanbul kendisine karşı muhalefetin, eleştirilerin, gazetelerin olduğu bir yerdi. İstanbul’da bir demokrasi talebi vardı. Mesela 1923’ün son günlerinde, Halife’nin istifa edeceği lafları çıkıyor. İstanbul Barosu Başkanı Avukat Lütfi Bey, Halife’ye “sakın ha istifa etmeyin” diye açık mektup yazıyor. Bunun üzerine İstiklal Mahkemesi Lütfi Fikri’yi yargılıyor ve beş sene hapse mahkûm ediyor. Lütfi Fikri hapishanede özel af için dilekçe veriyor.

Affediliyor mu?
Dilekçesi kabul ediliyor. Birkaç ay sonra hapisten çıkıyor ve İstanbul Barosu onu gene başkan seçiyor. Bu, Ankara’ya posta koymak değildir de nedir? Cumhuriyet’in kuruluşunda toplumun yapısını sormuştunuz… Ona dönersek… Rumelilik ve Anadoluluk hikâyesi de Cumhuriyet’in kuruluşu bakımından çok önemlidir. Rumeli’den Anadolu’ya bir buçuk milyon Müslüman geliyor o dönemde.

Rumelilik ve Anadoluluk ayırımı niye önemli? Rumelililerle Anadolulular arasında bir çatışma mı var?
Olmaz olur mu? Atatürk zamanındaki yeraltı muhalefetinde, “ulan, bizi, ‘abe’ diye konuşanlar idare ediyor” deniyor. Çünkü Atatürk’ün kendisi de dahil böyle konuşuyor ve ortaya bir Anadoluculuk muhalefeti çıkıyor. Unutmayın ki, Cumhuriyet’i kuran kadro, geniş ölçüde Rumeli’de görev almış olanlardan oluşuyor. Zaten Mustafa Kemal’in kurmay subaylığı döneminde iyi subaylar Asya’ya gitmez, Rumeli’ye giderlerdi ve o sırada önemli olan Makedonya’da görevlendirilmekti. Mustafa Kemal, Şam’a ceza olarak gönderilmişti.
Peki, çatışmayı kim kazanıyor? Anadolulular mı Rumelililer mi?
Rumelililer kazanıyor. Bugün AKP, bir açıdan Anadolu’nun intikamı olarak da yorumlanabilir. Yalçın Küçük bir ara, insanların tek tek isimlerine bakıp, ‘dönmelik’ hikâyesini ortaya attı. Eğer Yalçın, “Sabetaycılık, Selanik’te önemli bir gruba hâkim olmuştu. Bunlar, iyi eğitim aldılar ve başkalarını da yetiştirdiler. Bunlar, Cumhuriyet’i kuran sivil kadro içinde çok önemli oldular. Bunların Sabetaycı kökenleri, Cumhuriyet’in laikliğinin formüle edilmesinde etkili oldu” deseydi, bu sözler kabul edilebilirdi ve Yalçın, yararlı bir hipotez getirebilirdi.

Ama yapılan yayınlar ve daha sonra başkaları tarafından da öne sürülen tezler, Cumhuriyet’i Sabetaycıların kurduğuna kadar vardı. Cumhuriyeti Sabetaycılar mı kurdu?
Yok canım. Böyle bir şey söylemenin manası yok. Sabetay kökenli insanların laiklik anlayışımızın gelişmesinde bir etkisi oldu. Ki, bunlar Cumhuriyet’te sorumlu makamlara getirildiler.

Atatürk hukuk konusunda bilgili miydi?
Bir kurmay subay ne kadar hukuk biliyorsa, o da ancak o kadar biliyordu. Mesela Enver Paşa için, “yok kanun, yap kanun” denir. Her yaptığı işin bir kanuna göre yapılmasını istediği için Enver, eğer yapılan işin bir kanunu yoksa, hemen o iş için kanun yaptırırmış. Atatürk’te de böyle bir meşruiyet fikri vardı. Çeşitli konuları Meclis’in onayından geçirmek gibi bir tutumu vardı. Ama şu var! Atatürk’e icazet veren kurumlar, yani onayına başvurduğu kurumlar, aslında kendisinden kaynaklanan kurumlardı.
Anlamadım…
Mesela bir milletvekili, ancak Halk Partisi içindeki bir kurulun kendisini aday göstermesiyle milletvekili seçilebiliyordu. Ve o kurulu da, cumhurbaşkanı tayin ediyordu. Tabii şekilden ibaret bir meşruiyet sistemidir bu.

Böyle bir meşruiyet sistemini benimseyen bir cumhuriyeti nasıl tanımlamak gerekir?
Söyle anlatayım… Atatürk ve yakın çevresi, toplumun neye ihtiyacı olduğunu bildiklerine inanıyorlar. Bu yüzden topluma danışma ihtiyacında değiller. Bütün mesele, kafalarındaki modeli topluma kabul ettirmek. Tek parti dönemi, demokrasiye hazırlık dönemi olarak yorumlanıyor ya…

Demokrasiye hazırlanılmıyor muydu?
Bakın… Özgürlük, aykırı olabilmektir. Özgürlük, hayır diyebilmektir. İsmet Paşa, 1938’de cumhurbaşkanı oluncaya dek, ortada böyle bir özgürlük ve demokrasi niyeti yoktu. Ama 1937’de İsmet Paşa, Atatürk tarafından birden bire başbakanlıktan kenara atılınca, şoke oldu. Atatürk öldükten sonra Cumhurbaşkanı olduğunda, İsmet paşa’nın, Atatürk’ün el atamadığı bir şeyi başarmak, onu geçmek gibi bir derdi oluştu. “Atatürk her şeyi yaptı ama demokrasiyi getiremedi, onu da ben getireceğim” dedi adeta.

Peki ordu, ‘kuruluştaki’ görevini, Cumhuriyet kurulduktan sonra da sürdürdü mü?
Sürdürdü. Mustafa Kemal’e, Meclis namına yetki kullanma hakkı tanınmıştı. Yani, ‘diktatörlük hakları’ tanınmıştı. Böylece M. Kemal’in ağzından çıkan her emir kanun kuvvetindeydi ve Meclis namına yetki kullanma hakkı, üçer aylık sürelerle uzatılıyordu. M. Kemal, 1922’de “artık lüzum yok” dedi ve hak uzatıldı. Sadece, “Başkomutanlık, sonsuz olarak M. Kemal’de kalsın” diye bir karar verildi. Bunu söylerken, Kanun-i Esasi gereğince, başkumandanın padişah olduğunu da akılda tutmak lazım.

Padişahın yetkisi, M. Kemal’e mi geçti bu durumda?
M. Kemal’e geçti. Zaten Cumhurbaşkanı olunca, Atatürk’ün sivil olduğunu düşünmek yanlış. Cumhuriyet’in cumhurbaşkanı mareşaldi ve askerdi. Unutmayın ki, İsmet Paşa da Başbakan’ken orgeneralliğe terfi etti. Atatürk 1927 haziranında askerlikten emekli oldu ve emekli maaşı aldı. İnönü de öyle…
Ordu, Atatürk zamanında da kendisini ayrıcalıklı görüyor muydu?
Başta da dedim ya, Atatürk, Abdülhamit’in hatasını yapmadı. Orduyu güçlendirmedi.

Ordu Atatürk’e karşı darbe yapabilir miydi ki?
Gayet tabii yapabilirdi. Atatürk’ün ruhiyatını çok iyi bilemeyiz ama, muhtemelen böyle bir şeyden endişesi var. Mesela Hint Müslümanlarından gelen paralar meselesi… 1927’de Büyük Nutku söylerken, gazetecilere, “bu paraları millete vereceğim” diyor. Ancak on yıl sonra veriyor ve İş Bankası’na yatırıyor.

Daha önce ne yapıyor o paraları?
Kendi elinde tutuyor. Dışarıdan veya içeriden bir darbe olursa, bu parayı kullanarak kendisine bir başka hayat yaratabileceğini mi düşünüyordu, Atatürk’ün iç âlemini bilemeyiz ama böyle bir endişesi olabilir. Ya da Hintliler, “Hilafeti kaldırdın, bu parayı geri ver” derlerse diye de düşünüyor olabilir. Atatürk, 600 bin lira dolayındaki bu paranın yüz bin lirasını, Büyük Taarruz’dan önce Milli Müdafaa Vekâleti’ne ödünç veriyor ve sonra geri alıyor.

Milli Savunma Bakanlığı’na ödünç para mı vermiş Atatürk?
Savaş için ödünç vermiş sonra geri almış. Atatürk, İsmet Paşa başbakanken ona da para yardımı yapıyor. Bu, İsmet Paşa’nın anılarında var.

Başbakan, sadece devletten maaşını almakla kalmıyor, cumhurbaşkanından da mı para alıyor? Bir ülkenin başbakanını aşağıya çeken bir durum değil mi bu?
“Bu para yetmez, sen bu maaşla idare edemezsin” diye para veriyor herhalde. Tabii, demokratik bir şey değil. Padişahlık gibi bir şey bu. Atatürk’ün bir de bakanları var. Başbakan Celal Bayar da olsa, İsmet Paşa da olsa, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile İçişleri Bakanı Şükrü Kaya hiç değişmiyor. Atatürk ölüp de İsmet Paşa cumhurbaşkanı olunca, Celal Bayar’a, “Siz, başbakanlıkta devam ediniz efendim” derken, “bu iki adamı da bakanlıktan atın” diyor ve atılıyorlar. Bu arada, İsmet Paşa’nın Atatürk’ten sonra cumhurbaşkanı olması için ordunun parmak oynattığı tahmin ediliyor. Ordu, İsmet Paşa’yı destekliyor.

Orduya bu ayrıcalıklı konumunu kim verdi? Atatürk mü?
Aslında Atatürk, ordunun gücünü iktidara karşı kullanmamasının yolunu sağlıyor. Ve, Atatürk’ün döneminde ordu gücünü iktidara karşı kullanmıyor. Atatürk askere, “Ya üniformayı çıkarıp siyasete girin, ya da orduda kalın” diyor.

Üniformayı çıkarıyorlar mı?
Çoğu orduda kalıyor. Çünkü o sırada, üniformayı çıkarmanın manası, Atatürk’e karşı muhalefete katılmak. Nitekim, daha sonra Takrir-i Sükûn Kanunu geliyor ve muhalefetin kurduğu Terakki Perver Fırka’nın canına ot tıkanıyor. Üniformayı çıkaranlar tasfiye ediliyor.

Takrir-i Sükûn Kanunu neydi?
Bu, dinginliğin sağlanması adıyla getirilen bir kanundur. Şöyle anlatayım… Terakki Perver Fırka hareketi başlayınca, Halk Partisi’nden çözülmeler, istifalar oluyor. M. Kemal, İsmet İnönü’nün askerlikten gelme sertliğiyle insanları ürküttüğünü düşünüyor ve çok daha yumuşak bir asker olan Fethi Okyar’ı başbakan yapıyor. Yani İnönü, başbakanlıktan uzaklaştırılıyor.

O dönemde Atatürk’e karşı ciddi bir muhalefet mi vardı?
Tabii. En büyük problem, başta Yunanistan, kısmen de Bulgaristan ve Girit’ten gelen mübadiller konusunda çıkıyor. Çünkü Türkiye, mübadeleye hazırlıksız yakalanıyor. Yunanistan, Türkiye’den gelen mübadiller için dış krediler alırken, bizimkiler, ağızları yandığı için dış borç istemiyorlar. Bir de o dönemde yolsuzluklar olmuş. Güya giden 600 küsur bin kadar Rumun boşalttığı yerlere, gelen 450 bin Müslüman yerleştirecek ama ne mümkün?

Niye mümkün değil?
Rumların boşalttıkları yerlere, yerel mütegallibe çoktan el koymuş. Rumların malı mülkü güçlü adamlar tarafından kapışılmış. Hatta o sırada Mübadele, İmar ve İskân Vekaleti var. Onun işlemlerine ait Meclis’te sorulan bir soru, gensoruya dönüşüyor. Terakki Perver’in 1925’te Meclis’te ortaya çıkışı da bu yolsuzluk tartışmaları üzerinden oluyor. Kısa bir süre sonra da Genç Vilayeti’nde Şeyh Sait adında bir Nakşibendi şeyhi ayaklanıyor.

Şeyh Sait ayaklanması irtica ayaklanması mıdır, Kürt ayaklanması mıdır?
İkisi birarada bence. Başbakan Fethi Okyar, önlem olarak “yerel sıkıyönetim ilan edelim ve oraya bir miktar asker kaydırmak için bütçeye ek ödenek koyduralım” diyor. İsmet Paşa ise, “hayır bunlarla böyle mücadele edilemez. Zaten asıl mesele sadece o başkaldıran Kürtler değil. Asıl mesele, o havayı yaratan İstanbul’daki soysuz aydınlardır” diyor. İsmet Paşa’nın Şeyh Sait ayaklanmasına koyduğu teşhis bu.

Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında yaşananlar bugün yaşadıklarımıza ne kadar çok benziyor. Öyle değil mi?
Çok benziyor. “İstanbul’daki aydınlar ‘demokrasi’ deyip duruyorlar. Demokrasi isterseniz, başınıza böyle ayaklanma çıkar işte” deniyor. Böylece Kürt ayaklanması, muhalefeti tasfiye etmek için bahane olarak kullanılıyor. İsmet Paşa’nın arzusu üzerine, 1925 mart başında, Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılıyor.

Ne kadar sürüyor?
Kanun iki seneliğine çıkarıldı ve iki kez uzatılarak 1929’da kaldırıldı. Bu kanun, hükümete, mahkeme kararı gerekmeksizin sonsuz yetkiler verdi. Hükümet her örgütü kapatabiliyor, her yayını yasaklayabiliyor ve her gazeteyi ortadan kaldırabiliyordu.

Takrir-i Sükûn döneminde neler yaşandı?
Meclis biri Diyarbakır’da, diğeri Ankara’da iki tane İstiklal Mahkemesi kurdu. Ankara’dakinin yetki alanı bütün Türkiye oldu.

Ayaklanma Doğu’da olmuyor mu? Niye Ankara’da da mahkeme kuruluyor?

Eee, başka yerlerde de alçaklar olabilir! Bu kanuna dayanarak, Ahmet Emin Yalman’a varıncaya kadar, İstanbul’un belli başlı bütün gazetecilerini toplayıp isyan bölgesine gönderiyorlar. “Demokrasi ve özgürlük isteyerek, Şeyh Sait ayaklanmasını dolaylı olarak desteklediler” diye gazetecileri yargılıyorlar. Bu kanun, sadece muhalefetin canına ot tıkamakla kalmıyor, ülkedeki her türlü özgürlüğün de canına okuyor. Takrir-i Sükûn, çok büyük bir dönüm noktasıdır. Takrir-i Sükûn, erken Cumhuriyet açısından gerçek bir kırılmadır. Cumhuriyet’in ilanı o kadar önemli bir şey değildir. Ama Takrir-i Sükûn öyle mi?

Saturday, May 14, 2016

ŞİDDET VE ŞİDDETSİZLİK Alfredo Bonanno

 Şiddet ve şiddetsizlik arasındaki fark sorgulanırken, sınıfsal çıkarlar ve tetiklediği duygusal tepkilerden dolayı soru, genelde yanlış bir biçimde ortaya atılır.
Devlet şiddeti ve patronların terörizmi, hiçbir sınır veya hiçbir ahlaki engel tanımaz. Devrimciler ve özel­likle anarşistlerin, bu şiddete devrimci şiddetle karşılık vermeleri tama­men haklıdır.
Şiddetsizliği savunanların pozi­syonunu incelediğimizde çeşitli sorunlar ortaya çıkar. Ayrı tutularak bakıldığında, şiddetsiz olan ve görünüşte barışçıl metotları seçer­ler, yani düşmana fiziksel olarak saldırmazlar. Mücadelenin genel yapısı içerisinde görüldüğünde, müdahaleleri (her şeyi olduğu gibi bırakmaya bir mazeret olarak şiddetsizliği kullanan örgüt­lerin dışında) 'şiddet' taraftarları tarafından gerçekleştirilenler kadar şiddetli olduğu anlaşılır.
‘Pasifist’ eylemcilerin bir yürüyüşü, sömürü düzenini bizzat bozan şiddetli bir eylemdir. Bu bir direnç eylemi, güç gösterisidir. Bu en azından amaç seçiminde 'şiddetli' bir gösteriden farklı değildir. Stratejik ve devrimci bir bakış açısından, askeri bir zafer kazanmaya ve gerçekleştirmeye muktedir şiddetli bir eylem fikri bugün akla gelmez. Böyle söyleyerek, devrimci şiddeti reddetmemiz gerektiğini ima et­miyoruz. Sadece bir elde makineli silahı kutsamaktan ve diğerinin onun polisine dönüşmesinden kaçınmak için açık olmak zorunda olduğumuzu anlatmaya çalışıyoruz.
Şiddet ve şiddetsizlik arasında sadece sözlü ayrım yapmak yanlıştır. İyi beslenmiş bir burjuva, burjuva sınıfına karşı şiddeti rahatça teor­ize edebilir, ama sadece devrimci göreve tamamen adanmışlık ge­rektiren koşullarda uygulamaya koyacağı bir açmazlıkla. Çoğu zaman şiddeti sözlüdür. Pratikte, ateşli retoriğini tatbik etmeye devam etmesini sağlayan diğer şeyler arasında, durumun olduğu gibi kalmasını tercih eder.
Aynı şekilde başka iyi beslenmiş bir burjuva kendisini şiddetsizliğin yüceltilmesine nakleder, gene de mücadelenin negatif içgüdülerini kınayan, barışın ve kardeşliğin pozitif içgüdülerini kutsayan, teorik bir şey olarak. Bata çıka da olsa, bu burjuva sosyal mücadele­deki bütün gündelik varoluşunda şiddetsizlik ilkelerini pratiğe döke­cektir. Barış ve kardeşlik hayallerini sürdürebileceği durumun rahatlığını olduğu gibi tercih edecektir.
Şiddet ve şiddetsizlikten bahset­meden önce, sorgunun gerçek bir duruma uygulanıp uygulanmadığına veya bunun adeta soyut bir teori olup olmadığı ve bunu bilfiil uygu­lama niyetinin olup olmadığına dair bir ayrım yapılmalıdır. Sadece ilk bahsedilen durumda, şiddetsiz metotları daha az etkili ve iktidar tarafından daha kolay alt edilebilir kılan stratejik ve askeri koşulları tartışmak mümkündür. Ancak bu tartışma daha sonra gelen, aslında bir metot sorunu olan ve asla soyut olmayan bir tartışmadır.
Bizler türlerin vs. kalıtsal biyolojik şiddetin ilahiyat ko­kan teorizasyonlarına yol açacak felsefi tartışmalarla ilgilen­miyoruz. Önemli olan mücadeleye kendi gerçekliğinde yaklaşmaktır. Gerisi; araçları ve bu araçları uygulamaya koymanın en iyi yolunu seçme meselesidir.
Şahsen şiddetsiz metotların so­syal mücadelede bugün uygunsuz olduğuna ikna olduğumuz için kendi mücadele biçimini şiddetsiz metot­larda gören yoldaşlara karşı değiliz. Önemli olan, mücadeleye ciddi bir şekilde iştigal etmek ve şiddetsiz mücadelenin polisin bizi rahat bırakacağının mazereti olduğunu savunmakla sınırlamamaktır.
Şiddet üzerine soyut tartışmalar (neredeyse çoğu zaman ateşli ve kanlı), tıpkı şiddetsizlik üzerine soyut tartışmalar gibi (neredeyse çoğu zaman ahmakça ve cennete dair) aynı ölçüde iğrençtir. Bizler mücadelede herhangi bir aracı seçerek sömürü, terörizm ve kurum­sal şiddetin tarihsel suçuna etkili bir şekilde yanıt olabiliriz ancak. Kelimelerin ve konuşmaların şiddeti (veya şiddetsizliği) hiçbir şeyi değiştirmeyecektir.



Monday, May 2, 2016

KÖY ENSTİTÜLERİ


Köy Enstitülerini Hazırlayan Nedenler

Cumhuriyetin ilk yıllarında her açıdan Türk köyleri geri kalmıştır.Kurtuluş on beş yıl önce gerçekleşmişti ancak ne dil devrimi  ne de okuma yazma seferberliği köyün gelişmesine yetmemişti.Eğitim alanında kırsal kesimde yaşayan halk ile kentliler arasındaki bozuk dengeyi eşitlemek ve köy halkına pratik bilgi vermek amacıyla 1936’ta Saffet Arıkan’ın Vekilliği döneminde Köy Eğitmeni projesi uygulamasına başlanır.
Askerliğini onbaşı veya çavuş olarak yapan gençler,  modern tarım tekniklerini uygulayan Mahmudiye Devlet Üretme Çiftliği’nde yetiştirilerek köylere gönderilir. Amaç, köye hem bir öğretmen hem de modern üretim araçları ve tarım yöntemleri sağlamak ve eğitimin mali yükünü hafifletmektir.

İsmail Hakkı Tonguç yönetiminde başlanan bu projenin başarılı olması üzerine 1937 ve 1939 yıllarında çıkarılan yasalarla köy eğitmeni yetiştirme deneyimi yaygınlaştırılır. Kırsal kesime yönelik bu eğitim uygulaması hiç şüphesiz daha sonra kurulan Köy Enstitüleri için uygun koşullar yaratmış ve Köy Enstitüleri’ne geçişi kolaylaştırmıştır.

Köy Enstitülerinin Kuruluş ve Amaçları

Tamamen Türkiye’ye özgü olan bu eğitim projesini 28 Aralık 1938 tarihinde Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Ali Yücel bizzat yönetmiştir.
Köy Enstitüleri 17 Nisan 1940 tarihinde kabul edilen 3803 Sayılı Yasaya göre kurulmuştu. Köy Enstitüleri köye öğretmen yetiştirme bakımından önceki çabalara benzemekle birlikte; kuruldukları yerler, eğitim ve öğretim etkinlikleri ve kuruluş amaçları yönünden farklılıklar göstermektedir. Bu durum, bu kurumların kendine özgü olma özelliğini ortaya koymaktadır. Çünkü, öğretmen yetiştirmenin yanı sıra köyün kalkınmasında öncülük yapacak diğer meslek erbaplarının da yetiştirilmesi amaçlanmıştır.
Köy Enstitülerini bitirerek öğretmen olarak atananlar, gittikleri köylerde hem eğitim öğretim etkinliklerini düzenlemek, hem de köylüye örnek olması ve rehberlik etmesi acısından ziraatın bilimsel bir şekilde yapılmasını sağlamakla sorumludurlar.
Köy Enstitülerinin Kuruluş Yerleri

Köy Enstitüleri genellikle şehir ve kasabaların dışında demiryoluna veya karayoluna yakın köy ve köylerin bitişiğinde veya ortasında kurulmuşlardır. Kuruluşlarında genellikle şu ilkeler göz önünde tutulmuştur.
Tarım işlerine elverişli arazinin olması ve bu arazinin devlete ait olması,
Arazinin çok verimli, işlenmesi kolay ve işlenmiş bağ ve bahçelerle zenginleştirilmiş olması,
Seçilen yerin 2-3 il için bölge merkezi olmasına elverişli, hava ve su bakımlarından sağlık koşullarına uygun yerler olması dikkate alınmıştır.
    
Köy Enstitülerinde Öğrenci Seçme

Köy Enstitülerine öğrenci seçiminde ise, bazı ölçütler konulmuş ve bu ölçütlere uyanlar enstitülere öğrenci olarak alınmıştır. Bu özellikler şöyle sıralanabilir:
Köylü çocuğu olmak,
Sağlıklı ve sağlam olmak,
Zeki ve çalışkan olmak,
Kendi yaşıtlarına göre, bilgili ve başarı düzeyi daha iyi olmaktır.
Köy Enstitülerine, kız çocuklarının da alınması ayrıca bir önem taşımıştır. Yönetici ve öğretmenlerin enstitülere kız öğrenci bulmakta güçlük çekmekteydiler,nedeni ana-babaları ikna etmekte zorlanmalarıydı. Buna karşın belli oranda kız öğrenci, yönetici ve öğretmenlerin çabalarıyla enstitülere alınmıştır.
Köy Enstitülerinde Eğitim ve Öğretim

Köy Enstitüleri eğitim ve öğretim etkinliklerinin esasını iş ve iş içinde öğretim oluşturmaktadır. Günlük, haftalık, mevsimlik ve yıllık programlar bu esasa göre düzenlenmiştir. Bilginin kullanıldığı zaman anlamlı olacağı görüşü ağır basmaktadır.
Köy Enstitülerinin kendi binalarını kendilerinin yaptığı ve kendi gereksinmesi olan  buğdayını, meyve ve sebzesini kendisinin ürettiği göz önünde tutulursa durum daha açık bir biçimde anlaşılmaktadır. Köy Enstitülerinin programında öğrencilere kuramsal bilginin yanı sıra tarım ve teknikle ilgili becerilerin de kazandırılmasının amaçlandığı görülmektedir.
Eğitim süresi  beş yıldır.
Köy enstitülerinde öğretmenlik, sağlık memurluğu ve ebelik olmak üzere üç branşta eğitim-öğretim veriliyor,
programı da üç kısımdan yani genel eğitim,tarımsal uğraşılar ve
teknik çalışmalardan oluşuyordu.
44 saatlik olan haftalık ders programının,22 saati genel kültür dersi, 11 saati tarım, 11 saati de teknik çalışmalardan oluşuyordu.
Sabahın erken saatlerinde kalkan öğrenciler 8:00’e kadar temizlik, spor, kahvaltı ve sabah okuması yaparlar, saat 8:00’den sonra öğleye kadar derslere ve işlere dağılırlardı. Saat 12:00’de yemekte toplanırlar, öğle sonu çalışmaları 13:00’den 18:00’e kadar sürer, geceleri en az iki saat okuma ve ders hazırlığından sonra saat 22:00’de yatarlardı.
Köy Enstitülerinde haftalık çalışmalar sonunda cumartesiyi pazara bağlayan akşam eğlence etkinlikleri düzenlenir, böylece haftanın yorgunluğu atılmış olurdu.
İngiliz Tarihçi Arnold Toynbee, Eğitimci John Dewey, Fransız gazetesi Le Mondetarafından övgüyle bahsedilen köy enstitüleri İsrail, Tayland ve Tunus gibi ülkeler tarafından da benimsenmiştir.
Köy Enstitülerinin sayısal gelişimine bakıldığında 1941-1942 yılında 103 öğretmen, 1946-1947 yılında 2089 öğretmen,1951-1952 yılında 1795 öğretmen köy enstitülerinden mezun olmuştur.
Köy Enstitüleri ilk mezunlarını 1942 yılında vermiştir.
Şubat 1954’te yayınlanan 6234 sayılı kanunla köy enstitüleri, geleneksel ilköğretmen okullarıyla birleştirilmiştir. Öğretim yaptıkları son yıl olan 1954’e kadar köy enstitüleri
           1398 kadın,
         15943 erkek olmak üzere
Toplam 17 341 öğretmen yetiştirmişlerdir.
8675 eğitmeni de köy enstitüsü örgütü içinde değerlendirildiğinde toplam olarak 26 016 eğiticiyi yetiştirdikleri görülmektedir.
Ayrıca bu enstitüler faaliyet gösterdikleri 13 yıl içinde 1284 sağlık memuru yetiştirmiştir
Öğretmeni yetiştirme politikası,
01 1954 tarih ve 6234 sayılı kanun ile son bulmuş, öğretmen yetiştiren kurumlar “İlköğretmen Okulu” adı altında birleştirilerek Köy Enstitüleri kaldırılmıştır. İlköğretmen Okullarında eğitim süresi
ilkokul mezunları için 6,
ortaokul mezunları için 3 yıl olarak belirlenmiştir.
1949 yılından sonra köy enstitülerine çeşitli çevrelerden eleştiri gelmeye başlamıştır.
Hem sağ kesim hem sol kesim hem de enstitü müdürü veya öğretmeni tarafından sadece kendilerine ait sözlerin çeşitli çevreler tarafından genelleştirilerek tüm köy enstitüsüne yansıtmalar köy enstitülerini yıpratmıştır

KÖY ENSTİTÜLERİ 1953 YILINDA KAPATILDI.
KAPATILMA NEDENLERİ ;
Köy okulu yapımı, arazi sağlanması gibi konular öğretmenle köyü arasında sürtüşmelere yol açmıştır.Bu seçimlerde siyasi bir istismâr konusu olmuştur.
Öğretmenin genellikle kendi köyüne atanması kıskançlıklara yol açmış, köylü içlerinden birinin, aralarına büyük amaçlarla, kurtarıcılık görevi ile gelip akıl vermesine bazen hoş karşılamamıştır.
Öğretmenlik meslek bilgisi ve meslek derslerinin biraz zayıf işlenmesi onların öğretim yapmalarını, öğrencilerini ve çevrelerini iyi anlayıp değerlendirmelerini zorlaştırmıştır.
Enstitü öğretmenlerin “sol” görüşlü olduğu biçiminde gelişen propagandalar onlara şüphe ile bakılmasına neden olmuş, girişimin güç ve cesaretini kırmıştır.
Köy enstitüleri konusu, siyasi partiler, hükümetler arasında bir siyasal çekişme haline getirilmiş, konuya bilimsel açıdan ve soğukkanlılıkla yaklaşmamış, aksayan yönlerin düzeltilmesine gidilmemiştir.