Saturday, June 21, 2014

İnsan Yüzlü Barbarlık – Slavoj Žižek Resim

Resim
Kiev’de Yanukoviç hükümetine yönelik kitlesel gösterilere dair televizyon haberlerinde, tekrar ve tekrar, göstericilerin Lenin heykellerini yıktığını görüyoruz. Bu, öfkeyi sergilemenin kolay bir yolu: Heykeller Sovyet baskısının sembolleriydiler ve Putin Rusya’sı Rusya’nın komşuları üzerinde egemenliğe dayanan Sovyet politikasının devamı olarak algılanıyor. Lenin heykellerinin Sovyetler Birliği’nde yaygınlaşmaya başlamasının ancak 1956′da olduğunu unutmayın. O zamana kadar Stalin heykelleri çok daha yaygındı. Fakat Kruşçev’in Komünist Parti’nin 20. Kongresi’nde Stalin’i ‘gizli’ ifşasından sonra, Stalin heykellerinin yerini Lenin’inkiler aldı. Lenin ezici bir şekilde Stalin’in yerini alıyordu. Bu, Pravda’nın künyesinde 1962′de yapılan değişiklikle aynı ölçüde açık hale getirildi. O zamana kadar, ön sayfanın sol köşesinde iki profilin, Lenin ile Stalin’in çizimi yan yana duruyordu. Kısa süre sonra 22. Kongre Stalin’i açıktan reddetti, profili sadece kaldırılmakla kalmadı, Lenin’in ikinci bir profili ile değiştirdi. Artık yan yana basılmış iki aynı Lenin profili vardı. Bu garip tekrar, bir anlamda Stalin’in yokluğunu daha da vurguluyordu.
Yine de Ukraynalıların Lenin heykellerini yıkmasını Sovyet egemenliğinden kurtulma ve ulusal bağımsızlıklarını savunma isteklerinin bir göstergesi olarak izlemenin tarihsel bir ironisi var. Ukrayna ulusal kimliğinin altın çağı, Ukrayna’nın kendi kaderini tayin hakkının engellendiği Çarlık Rusya’sı değil, savaş ve kıtlıktan bitap düşmüş bir Ukrayna’daki Sovyet politikasının ‘yerlileşme’ olduğu Sovyetler Birliği’nin ilk on yılıydı. Ukrayna kültürü ve dili yeniden dirildi ve sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik hakları getirildi. Yerlileşmeyi, Lenin tarafından belirsizliğe yer vermeden formüle edilmiş ilkeler izledi:
Proletarya, ezilen ulusların belli bir devletin sınırları içinde zorla tutulmalarına karşı savaşmalıdır, bu da ulusların kaderlerini tayin edebilmeleri uğruna savaştır. Proletarya, ‘kendi’ ulusu tarafından ezilen sömürgeler ve uluslar için siyasal ayrılma özgürlüğü istemelidir. Yoksa, proletarya enternasyonalizmi boş bir sözden başka bir şey olmazdı; ezen uluslarla ezilen ulusların işçileri arasında ne güven, ne de sınıf dayanışması mümkün olurdu.
Lenin, sonuna kadar bu duruşunu korudu. Rosa Luxemburg, Ekim Devrimi’nin hemen sonrasında, küçük uluslara ancak yeni devlette ilerici güçler hakim olacaksa tam bağımsızlık verilmesi gerektiğini savunurken, Lenin, koşulsuz ayrılma hakkından yanaydı.
Lenin, Stalin’in merkezi bir Sovyetler Birliği projesine karşı son mücadelesinde, yine küçük ulusların koşulsuz ayrılma hakkını savunuyordu (bu durumda söz konusu olan Gürcistan’dı) ve Sovyet devletini oluşturan ulusal varlıkların tam bağımsızlığında ısrar ediyordu – 27 Eylül 1922′de, Politbüro’ya bir mektupta, Stalin’in Lenin’i ‘nasyonal liberalizm’ ile suçlamasına şaşmamalı. Stalin’in hâlihazırda yöneldiği gidişat, Sovyet Rusya hükümetinin diğer beş cumhuriyetin de (Ukrayna, Belarus, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan) hükümeti olmasını önermesinden açıkça belliydi:
Geçerli karar RKP Merkez Komitesi tarafından onaylanırsa, kamuoyuna açıklanmayacak, söz konusu Cumhuriyetlerin Sovyet organlarında, Merkezi Yürütme Komitelerinde veya Sovyetler Kongrelerinde, bu Cumhuriyetlerin isteği olarak açıklanacağı Tüm Rusya Sovyetler Kongresi toplantısından önce dolaşıma sokulmak üzere Cumhuriyetlerin Merkez Komitelerine iletilecek.
Böylece üst yetki organı olan Merkez Komite’nin, kendi tabanı ile etkileşimi bozuluyordu. Üst yetki organının yaptığı şey kendi isteğini dayatmaktan başka bir şey değildi. Durumu daha da vahimleştirense, tabanın üst yetki organından hangi kararı almasını isteyeceğine, sanki kendi isteğiymiş gibi, Merkez Komite’nin karar vermesiydi. 1939′daki dikkat çekici bir olayda üç Baltık devleti Sovyetler Birliği’ne katılmak istediler. İstekleri kabul edildi. Bunların tümünde Stalin devrim öncesi Çarlık politikasına geri dönüyordu: Rusya’nın Sibirya’yı 17. yüzyılda ve Müslüman Asya’yı 19. yüzyılda sömürgeleştirmesi artık emperyalist genişleme olarak kınanmıyor, bu geleneksel toplumları ilerici modernleşme sürecine soktuğu için kutlanıyordu. Putin’in dış politikası açık bir şekilde Çarlık Rusya’sı çizgisinin devamı. Rus Devrimi sonrasında, Putin’e göre, Bolşevikler Rusya’nın çıkarlarına ciddi şekilde zarar verdiler: ‘Bolşevikler, bir dizi sebeple, Rusya’nın tarihsel güneyinin büyük kesimlerini Ukrayna Cumhuriyeti’ne eklediler. Bu, nüfusun etnik yapısı dikkate alınmadan yapıldı ve bugün bu alanlar Ukrayna’nın güneydoğusunu oluşturuyor.’
Lenin ortadan kaybolurken Stalin portrelerinin askeri geçit törenlerinde ve resmi kutlamalarda yeniden boy göstermeye başlamasına şaşmamalı. 2008′de Rossiya TV kanalının düzenlediği bir ankette, Stalin tüm zamanların en büyük üçüncü Rus’u seçildi ve yarım milyon oy aldı. Lenin uzak ara farkla altıncı oldu. Stalin bir komünist olarak değil, Lenin’in anti-vatansever ‘sapma’sından sonra Rusya’ya büyüklüğünü geri kazandıran kişi olarak kutlanıyor. Putin yakın zamanda, Ukrayna’nın yedi güneydoğu ili için, en son 1917′de kullanılan bir terimi yeniden canlandırarak, Novorossiya (‘Yeni Rusya’) terimini kullandı.
Fakat halen mevcut olan gizli Leninist akım, Stalin’e karşı komünist yeraltı muhalefetinde ısrar ediyordu. Christopher Hitchens’ın 2011’de yazdığı üzere, Soljenitsin’den çok daha önce, ‘Gulag konusunda, Boris Souvarine’den Victor Serge’e, C.L.R. James’e kadar sol muhalifler tarafından, gerçek zamanlı ve büyük bir riske girilerek kritik sorular soruluyordu. Bu cesur ve öngörülü heretikler, bir şekilde tarihten silindiler (bundan çok daha kötüsünü bekliyorlardı, çoğunlukla da başlarına geldi).’ Bu iç muhalefet, faşizmin aksine komünist hareketin doğal bir parçasıydı. ‘Nazi Partisi’nde, Führer’in nasyonal sosyalizmin özüne ihanet ettiğini savunmak için hayatlarını riske atan muhalif yoktu,’ diye devam ediyordu Hitchens. Tam da komünist hareketin kalbindeki bu gerilim yüzünden, 1930’ların tasfiye yıllarında olunabilecek en tehlikeli yer egemen sınıfın tepesiydi: Yalnızca birkaç yıl içinde, Merkez Komite’nin ve Kızıl Ordu liderliğinin yüzde 80’i öldürüldü. Muhalefetin bir başka işareti, protestocu kitlelerin, iktidardakilere yerine getirmedikleri vaatlerini hatırlatmak için ulusal marşlar dahil resmi marşlar söylediği, ‘gerçekten var olan sosyalizm’in son günlerinde tespit edilebilir. Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde ise, bunun aksine, 1970’ler ve 1989 arasında, ulusal marşı kamusal alanda söylemek suç teşkil ediyordu. Sözleri (‘Deutschland einig Vaterland’, ‘Almanya, birleşik Anavatan’), yeni bir sosyalist ulus olarak Doğu Almanya fikrine uymuyordu.
Rus milliyetçiliğinin yeniden dirilişi, belirli tarihsel olayların yeniden yazılmasına neden oldu. yakın tarihli bir biyografik film olan Andrei Kravchuk’un Admiral‘ı, 1918 ile 1920 arasında Sibirya’ya hükmetmiş olan Beyaz Ordu komutanı Aleksandr Kolchak’ın yaşamını konu almaktadır. Fakat Beyaz Ordu karşı devrimci güçlerinin bu dönemdeki ölçüsüz gaddarlığının yanı sıra, totaliter potansiyelini de hatırlamak gerekir. İç savaşı Beyaz Ordu kazansaydı, neler olacağını şöyle yazıyor Hitchens: ‘Faşizm, genel bir sözcük olarak İtalyanca değil Rusça olacaktı… Sibirya’nın 1918′deki işgali sırasında Amerikan Yurtdışı Sefer Kuvvetlerine komuta etmiş olan (Amerikan ders kitaplarından tamamen silinmiş bir olay) Tümgeneral William Graves, hatıralarında Rus sağ kanadına hakim olan yayılmacı, ölümcül anti-Semitizm hakkında yazmış ve şöyle eklemiştir: “Tarihin, Amiral Kolchak’ın hükümranlığı altındaki Sibirya’dan başka, son elli yılda dünyada bu denli rahatça ve daha az ceza tehlikesi ile cinayet işlenebilen bir ülkesini yazabileceğini sanmıyorum.”
Tüm bir Avrupa neo-faşist sağı (Macaristan, Fransa, İtalya, Sırbistan), Rusya’nın Kırım referandumunu Rus demokrasisi ile Ukrayna faşizmi arasında bir seçim gibi göstermesini yalanlayacak şekilde, süregiden Ukrayna krizinde kesin şekilde Rusya’yı destekliyor. Ukrayna’daki olaylar – Yanukoviç ve çetesini iktidardan eden kitlesel protestolar – Putin’in yeniden canlandırdığı karanlık mirasa karşı bir savunma olarak anlaşılmalıdır. Protestoları tetikleyen, Ukrayna hükümetinin Rusya ile iyi ilişkileri Ukrayna’nın Avrupa Birliği ile entegrasyonunun önüne koyma kararı olmuştur. Öngörülebilir şekilde, birçok antiemperyalist solcu haberlere Ukraynalılara tepeden bakarak tepki göstermiştir: ‘Ne kadar da kandırılmış durumdalar! Halen Avrupa’yı idealize ediyorlar, AB’ye katılmanın Ukrayna’yı Batı Avrupa’nın ekonomik sömürgesi yapacağını, eninde sonunda Yunanistan’la aynı sonu paylaşacaklarını göremiyorlar!’ Aslında, Ukraynalılar AB realitesi konusunda kör olmaktan çok uzaklar. İçindeki sorunların ve eşitsizliklerin gayet farkındalar: Mesajları sadece kendi durumlarının çok daha kötü olduğu. Avrupa sorun yaşıyor olabilir ancak bunlar zengin bir adamın sorunları.
O zaman ne yapmalıyız? Ukrayna’nın tarafını mı tutmalıyız? Bunu yapmak için ‘Leninist’ bir neden var. Lenin son yazılarında, Devlet ve Devrim’in ütopyasını terk ettikten çok sonra, Bolşevizm için makul, ‘gerçekçi’ bir proje fikrini araştırdı. Rus kitlelerinin ekonomik az gelişmişliği ve kültürel geriliği yüzünden, Rusya’nın ‘sosyalizme doğrudan geçişi’ için yol olmadığını savunur: Sovyet iktidarının tüm yapabileceği, ‘devlet kapitalizminin’ ılımlı politikalarını köylü kitlelerinin yoğun kültürel eğitimi ile birleştirmek olabilir – propaganda ile beyin yıkamak değil ama uygar standartların sabırlı, aşamalı bir şekilde empoze edilmesi. Rakamlar, ‘Batı Avrupalı sıradan bir uygar ülkenin standardına erişmek için halen yapmak zorunda olduğumuz epeyce zorunlu iş olduğunu gösteriyor… Kendimizi halen kurtaramadığımız yarı Asyatik cehaleti aklımızdan çıkarmamalıyız.’ Ukraynalı protestocuların Avrupa referanslarını, onların hedefinin de, ‘Batı Avrupalı sıradan bir uygar ülkenin standardına erişmek’ olduğunun işareti sayabilir miyiz?
Fakat işler burada hızla karışabiliyor. Ukraynalı protestocuların referans aldığı ‘Avrupa’, tam olarak neyi ifade ediyor? Tek bir fikre indirgenemez: Milliyetçi, hatta faşist unsurları bile kapsıyor fakat uygulamada bugün Avrupalı kurumlar ve yurttaşların kendileri çoğunlukla ihanet etse de, Avrupa’nın küresel politik muhayyile benzersiz katkısı olan, Etienne Balibar’ın égaliberté, “eşitlik içinde özgürlük” dediği fikri de içeriyor. Bu iki kutup arasında, Avrupa liberal demokrat kapitalizminin değerine nahif bir güven de söz konusu. Avrupa Ukrayna protestolarında kendi en iyi ve en kötü yanlarını, karanlık yabancı düşmanlığının yanı sıra, kendi özgürlükçü evrenselciliğini de görebilir.
Karanlık yabancı düşmanlığı kısmından başlayalım. Ukrayna milliyetçi sağı, Balkanlardan İskandinavlara, ABD’den İsrail’e, Orta Afrika’dan Hindistan’a dek bugün ne olduğunun bir örneği: Etnik ve dini tutkular patlama halinde ve Aydınlanma değerleri geriliyor. Bu tutkular daima vardılar, beklemedeydiler; yeni olan sergilenme şekillerindeki arsızlık. Kendisini özgürlük, eşitlik, bütün mensupları için eğitim ve sağlık hakkı gibi büyük modern aksiyomlarla tamamen bütünleştirmiş, ırkçılık ve cinsiyetçiliğin kabul edilemez ve saçma şeyler olarak görüldüğü bir toplum hayal edin. Fakat sonra da şunu hayal edin; toplum bu aksiyomlara sözde bağlılık sergilemeye devam etmesine rağmen, fiilen özlerinden koparılmış durumdalar. Avrupa tarihinden çok yakın tarihli bir örnek: 2012 yazında, Macaristan’ın sağcı başbakanı Viktor Orbán, Orta Avrupa’da yeni bir ekonomik sisteme ihtiyaç duyulduğunu açıkladı: ‘Umarım Tanrı yardımcımız olur da ekonomik açıdan ayakta kalabilmek adına, demokrasi yerine hayata geçirmek zorunda kalacağımız yeni bir politik sistem icat etmeye mecbur olmayız… İşbirliği bir niyet meselesi değil, zor meselesi. Belki işlerin bu şekilde ilerlemediği ülkeler de var, örneğin İskandinavya ülkeleri, fakat bizim gibi yarı Asyatik toplumlarda, yalnızca zor birleştirebilir.’
Bu sözlerdeki ironi, bazı eski Macar muhaliflerde de etki bırakmadı değil: Sovyet ordusu 1956 ayaklanmasını bastırmak için Budapeşte’ye hareket ettiğinde, kuşatılmış Macar liderlerin Batı’ya tekrar tekrar gönderdiği mesaj, Asyalı komünistlere karşı Avrupa’yı korudukları idi. Şimdi, komünizmin çöküşünden sonra, Hıristiyan muhafazakâr hükümet, ana düşmanını, bugün Batı Avrupa’nın ifade ettiği çok kültürlü tüketimci liberal demokrasi olarak belirliyor. Orbán, hâlihazırda ‘Asyalı değerlere sahip bir kapitalizm’e olan sempatisini ifade etmiş durumda; Orbán üzerindeki Avrupa baskısı devam ederse, Doğu’ya ne mesaj yollayacağını kolayca tahmin edebiliriz: ‘Biz burada Asya’yı savunuyoruz!’
Günümüzün göçmen karşıtı popülizmi, doğrudan barbarlık yerine insan yüzlü bir barbarlık getirdi: Hıristiyan ahlakının ‘komşunu sev’ anlayışından, kabileyi barbar Öteki’nin önüne koyan pagan ayrıcalıklılığı anlayışına bir gerileme. Kendisini Hıristiyan değerlerinin savunucusu olarak sunsa da, aslında Hıristiyan mirasına yönelik en büyük tehdit. G.K. Chesterton, yüzyıl önce şöyle yazdı: ‘Özgürlük ve insanlık adına Kilise ile savaşmaya başlayanlar, sonunda Kilise ile savaşmak adına özgürlük ve insanlığı bir kenara fırlattılar … Laiklik taraftarları, kutsal şeyleri mahvetmediler; eğer onları rahatlatacaksa, laiklik taraftarları, laik şeyleri mahvettiler.’ Din savunucuları için de aynı şey geçerli değil mi? Fanatik din savunucuları çağdaş laik kültüre saldırmaya başladılar; sonunda vardıkları yerin, anlamlı tüm dini deneyimden vazgeçmek olması şaşırtıcı değil. Benzer şekilde, birçok özgürlük savaşçısı antidemokratik köktenciliğe karşı savaş verme konusunda o kadar hevesliydi ki, sonunda eğer ki savaştıkları terör ise, özgürlük ve demokrasiyi bir kenara atar oldular. ‘Teröristler’ başka bir dünyaya sevdaları uğruna bu dünyayı mahvetmeye hazır olabilirler, fakat teröre karşı savaşanlar salt Müslüman ötekiye olan nefret adına kendi demokratik dünyalarını mahvetmeye hazırlar. Bunların bazıları insan onuruna o derece düşkün ki, onu savunmak adına işkenceyi yasallaştırmaya hazırlar! Göçmen ‘tehlikesine’ karşı Avrupa’yı savunanlar da farklı bir şey yapmıyor. Yahudi-Hıristiyan mirasını koruma gayretlerinde, o mirasta önemli olan şeyleri feda etmeye hazırlar. Avrupa’ya yönelik gerçek tehdit, onu işgal etmeyi bekleyen hayali göçmen kitleleri değil, Avrupa’nın göçmen karşıtı savunucuları.
Bu gerilemenin işaretlerinden biri, yeni Avrupa sağının sık sık duyulan bir talebi: İki ‘aşırıcılığa’, yani sağa ve sola daha ‘dengeli’ bir bakış. Bize tekrar ve tekrar, aşırı sola (komünizme) Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra aşırı sağa (yenilgiye uğratılan faşistlere) davrandığı gibi davranılması gerektiği söylendi. Ancak gerçekte burada hiçbir denge yok: Faşizm ile komünizmin eşitlenmesi, faşizme örtülü bir ayrıcalık tanımaktır. Sağ, faşizmin komünizmin kopyası olduğunu söyler: Mussolini, faşist olmadan önce bir sosyalistti; Hitler de nasyonal sosyalistti; toplama kampları ve soykırıma varan şiddet, Naziler bunlara başvurmadan on yıl önce Sovyetler Birliği’nin özellikleriydi; Yahudilerin imhasının örneği, sınıf düşmanının imhasında net şekilde bulunabilirdi vb. Bu argümanların özü, ılımlı faşizmin komünizm tehdidine karşı meşru bir yanıt olduğunu iddia etmektir (uzun zaman önce Ernst Nolte tarafından Heidegger’in Nazizm’le ilişkisini savunmak adına öne sürülmüş bir görüş). Slovenya’da sağ, İkinci Dünya Savaşı sırasında partizanlarla savaşan antikomünist İç Savunmanın (büyük şeytan komünizmi alt etmek için Nazilerle işbirliği yapmak şeklindeki zorlu kararı vermişlerdi) geri getirilmesini savunmaktadır.
Ana akım liberaller, temel demokratik değerler etnik veya dini köktenciliğin tehdidi altındayken, liberal demokratik değerler etrafında birleşmemiz, ne kurtarabiliyorsak kurtarmamız ve daha radikal toplumsal dönüşüm hayallerini bir kenara bırakmamız gerektiğini söylüyorlar bize. Fakat bu dayanışma çağrısında ölümcül bir kusur var: Liberalizmin ve köktenciliğin kötücül bir döngüye nasıl yakalandıklarını görmezden geliyor. Köktenciliğin öfkeyle karşılık vermesine ve kendisini dayatmasına neden olan şey, liberal hoşgörüyü ihraç etmeye dönük saldırgan girişim. Günümüz politikacılarının bize liberal özgürlük ile köktenci baskı arasında bir seçim yapmayı önerdiğini ve ‘Kadınların kamusal hayattan dışlanmasını ve haklarından yoksun kalmasını mı istiyorsunuz? Her din eleştirisinin idam cezası almasını mı istiyorsunuz?’ şeklindeki retorik soruyu zafer kazanmışçasına sorduklarını duyduğumuzda, şüphelenmemiz gereken şey yanıtın aşikarlığı: Bunu kim ister ki? Sorun, liberal evrenselciliğin uzun süreden beri masumiyetini yitirmiş olması. Max Horkheimer’ın kapitalizm ve faşizm hakkında 1930′larda söyledikleri, farklı bir bağlamda bugün için de geçerli: Liberal demokrasiyi eleştirmek istemeyenler dini köktencilik konusunda da susmalı.
Ukrayna’daki liberal demokratik kapitalist Avrupa hayalinin kaderi ne olacak? Ukraynalıları AB’de ne beklediği net değil. Sık sık Sovyetler Birliği’nin son on yılından bilindik bir fıkrayı anlatırım ama ancak bu kadar uyar. Bir Yahudi olan Rabinovitch yurtdışına göçmek istemektedir. Göçmen ofisindeki bürokrat ona sebebini sorar, Rabinovitch şöyle cevap verir: ‘İki sebeple. Birincisi korkarım komünistler Sovyetler Birliği’nde iktidarı kaybedecek ve yeni iktidar komünistlerin tüm suçlarını bize, yani Yahudilere yıkacak.’ Bürokrat ‘Ama bu saçmalık’ der, ‘Sovyetler Birliği’nde hiçbir şey değişemez, komünist iktidar sonsuza dek sürecek!’ Rabinovitch’in cevabı şöyle olur: ‘Bu da ikinci sebep zaten.’ Bir Ukraynalı ile bir AB yöneticisi arasında benzer bir konuşmayı hayal edin. Ukraynalı şöyle der: ‘Ukrayna’da panik içinde olmamızın iki sebebi var. Birincisi, Rus baskısı altında AB bizi terk edecek ve ekonomimiz çökecek.’ AB yöneticisi sözünü keser: ‘Ama bize güvenebilirsiniz, sizi terk etmeyeceğiz. Tersine, ülkenizin kontrolünü elimize alacak ve size ne yapmanız gerektiğini söyleyeceğiz!’ Ukraynalı da cevap verir: ‘Bu da ikinci sebep zaten.’ Mesele Ukrayna’nın Avrupa’ya layık olup olmaması, AB’ye girecek kadar iyi olup olmaması değil, bugünün Avrupa’sının Ukraynalıların özlemlerini karşılayıp karşılamaması. Ukrayna’nın sonu, iplerin oligarkların elinde olduğu bir tür etnik köktencilik ile liberal kapitalizm karışımı olursa, bugün Rusya’nın (veya Macaristan’ın) olduğu kadar Avrupalı olabilir. (Ukrayna’daki olaylarda çeşitli oligarşi gruplarının – ‘Rus yanlısı’ olanlar ve ‘Batı yanlısı’ olanlar – oynadığı role çok az dikkat çekiliyor.)
Bazı politik yorumcular AB’nin Ukrayna’ya Rusya ile gerilimde yeterince destek vermediğini, AB’nin Rusya’nın Kırım’ı işgaline ve kendine bağlamasına verdiği yanıtın yarım ağız olduğunu iddia ediyor. Ama yokluğu daha göze batan başka bir destek daha var: Tıkanmayı aşmaya dönük herhangi bir uygulanabilir strateji önerisi. Avrupa, tarihindeki özgürlükçü öze olan bağlılığını yenilemediği müddetçe, böyle bir strateji önerecek pozisyonda hiçbir şekilde olmayacak. Ancak ve ancak eski Avrupa’nın çürüyen cesedini arkamızda bırakarak Avrupa’nın égaliberté -eşitlik içinde özgürlük- mirasını canlı tutabiliriz. Avrupa’dan öğrenmesi gereken Ukraynalılar değil: Avrupa, Meydan’daki protestoları motive eden rüyayı yaşatmayı öğrenmeli. Korkmuş liberallerin öğrenmesi gereken ders, bugün liberal mirasta kurtarılmaya değer olanı yalnızca daha radikal bir solun kurtarabileceği.
Meydan protestocuları kahramandılar ancak gerçek kavga – yeni Ukrayna’nın ne olacağına ilişkin kavga – yeni başlıyor ve Putin’in müdahalesine karşı olandan çok daha sert olacak. Yeni ve riskli bir kahramanlık gerekecek. Bu yeni kahramanlık, kendi ülkelerinin milliyetçi arzularına karşı çıkan ve bunu iktidarın bir aracı olarak kınayan Ruslar tarafından gösterilmiş durumda. Artık Ukraynalılar ile Ruslar arasında dayanışmayı yükseltmenin ve gerilim sözlerini bir yana bırakmanın zamanı. Sonraki adım, Ukraynalı siyasi aktivistlerle Putin rejiminin Rus muhalifleri arasında kurulacak örgütlenme ağları ile kardeşliği sergilemek. Bu ütopik görünebilir, fakat ancak böyle düşünerek protestolara gerçekten özgürlükçü bir boyut kazandırılabilir. Aksi takdirde, oligarklar tarafından manipüle edilen milliyetçi arzuların çatışmasından başka bir şey kalmaz elimizde. Böylesi jeopolitik oyunlar, özgün özgürlükçü politikanın hiçbir şekilde yararına değildir.
25 Nisan