Monday, March 31, 2014

Plebisiter Diktatörlük Eşittir Toplumun Ölümü

 En tehlikeli diktatörlük biçimi “halk oylaması”na, yani plebisite dayanan diktatörlüktür. Çünkü bu tür rejimlerde diktatör, gücünü ne ordudan ne devletten alır gözükmektedir. Ona bu diktatörlük yetkisini veren “milli irade” adı verilen soyutlama, yani “çoğunluğun” oylarıdır. Plebisiter diktatörlükte “oy” kutsaldır, çünkü o, diktatörün üzerinde yükseldiği yığınları temsil eder. O kadar kutsaldır ki, diktatör ya da diktatörlük o kutsal oyu satın almak için tüm diktatörlük olanaklarını, tüm parasal olanaklarını kullanır. Bunun da yetmediği yerde, yine iktidarda olmanın avantajlarını kullanarak o “kutsal oyu” kendi plebisiter hesaplarına göre ayarlı hale getirir. Seçim sırasında elektrikleri keser, sandık çalar, silahlı sivil güçleriyle sandık basıp kaçırır vb. vb. Ve böylece her daim kendi çoğunluğunu sağlar. Plebisiter diktatörlüğün özelliğidir bu. Sonuç olarak, nasıl askeri bir diktatörlük gücünü esasen ordudan alıyorsa, plebisiter diktatörlük de gücünü halk oylamasından alır.
Plebisiter diktatörlükte sanki bir parti seçimleri kazanıyormuş da böylece iktidarını sürdürüyormuş gibi bir görüntü vardır ama bu görüntü aldatıcıdır. Bu diktatörlük, aslında bütün iktidar değişim yollarını sıkı sıkıya kapatmıştır. Örneğin, kendisine karşı darbe yapma ihtimali olan orduyu tamamen denetimine almış ve çevre ülkelerde bir iktidar değişim yolu olarak kullanılan ordu darbelerini devre dışı bırakmıştır. Bu diktatörlükte seçimlere giren muhalefet partileri olmakla birlikte (zaten bu tür diktatörlüklere “demokrasi” asma yaprağını sağlayan da budur) bu partilerin iktidarı seçim yoluyla ele geçirmesi şansı sıfırdır. Bu, plebisiter diktatörlükle, temsili demokrasi denilen sistem arasındaki çok önemli bir farktır. Temsili demokrasilerde halk aslında parlamenter partilerin toplamı tarafından yönetilir. Orada “iktidar partisi” “muhalefet partisi” ilişkisi plebisiter diktatörlükten epeyce farklıdır. İktidardaki parti yıpranır, böylece yerini muhalefetteki alır. Bu, toplumun gözeneklerini açan ve rejimi rahatlatan bir yoldur. Temsili demokrasi taklidi yapan plebisiter diktatörlüklerde ise bu yol aşağı yukarı kapanmıştır. Legal muhalefet partileri sonuçta diktatörlüğün “demokrasi” görüntüsünü meşrulaştırmak işlevini yerine getirirler. Bu, toplumun ve hatta rejimin nefes alma gözeneklerinin neredeyse tamamen kapatıldığı anlamına gelir. Bu yüzdendir ki, plebisiter diktatörlüğe son vermenin tek yolu devrimdir.
Plebisiter diktatörlük, esasen dört-beş yılda bir yapılan seçimlerle “halkın onayını” almış gibi bir görüntü verir. Evet, her türlü mali olanağın seferber edilmesiyle ve kritik durumlarda hilenin de devreye sokulmasıyla bir “halk onayı” varmış gibi görünür. Seçimlerde hiç hile yapılmadığını farz etsek bile, bu “halk onayı” aslında, diktatörlüğün toplumun kenarlarına sürdüğü ya da zaten toplumun kenarlarında yaşayan kara kalabalıkların diktatöre sessiz boyun eğişinin göstergesidir. Bu sessiz boyun eğişin, çara, krala ya da padişaha biat edilmesinden en küçük bir farkı yoktur. Ve en önemlisi, toplumla halk kalabalıkları her zaman aynı anlama gelmez ve üst üste oturmaz. Toplum, kalabalıklardan farkı bir şeyi ifade eder. Toplumun esasını, gerçekten düşünen, duyan, muhalefet etmesini, başkaldırmasını bilen, kendi arasında iletişim kurabilen bireyler ve çoğullar oluşturur. Bu, toplumun canlı tabakasıdır. Toplumun kenarlarına sürülen, ağır bir şekilde sömürülen kara kalabalıklar ise toplumun ölü tabakasını oluşturur. Plebisiter diktatörlük, varlığını, bu ölü tabakayı canlı tabakanın üstüne bastırarak sürdürür. Ama bu, aslında gerçek, canlı toplumun ölümü anlamına da gelir. Böylece plebisiter diktatörlük, öldürdüğü ya da öldürmek üzere bastırdığı toplumun üzerine karabasan gibi çöker.
Dünkü seçimler, toplumun plebisiter diktatörlüğe karşı son bir umutsuz savaşı olarak anlam taşımaktadır. Gerçek, yaşayan toplumun insanları, Ankara ve İstanbul’da ve muhakkak ki ülkenin birçok yerinde de son bir umutla sabahlara kadar cansiperane savaştılar ve kaybettiler. Artık plebisiter diktatörlüğün ölüme mahkûm ettiği toplum, yaşayabilmek için başka mücadele yolları deneyecektir. Ve muhalefet partileri, eğer bir daha seçime girecek olurlarsa, arkalarında asla böyle canlı ve mücadeleci bir toplum bulamayacaklardır. Kısacası “game is over”. Tüm muhalefet partilerini, hele yüzde on barajıyla sahneye konan, meşrulaştırılmış seçim oyunuyla tüm ilişkilerini kesmeye davet ediyoruz.
Hiçbir toplum, göz göre göre kendini celladının eline teslim etmez.

Gün Zileli
31 Mart 2014

Saturday, March 29, 2014

Kürd/Kürdistan İncelemelerinde Temel Soru



Nivîsevan / Yazan: İsmail Beşikçi 
Demjmêr / Tarih: 28.03.2014  16:17:41






Kürd/Kürdistan İncelemelerinde Temel Soru

İsmail Beşikçi
“Tarih Vakfı Yurt Yayınları” “Kürtler, Tarih, Siyaset Kültür” adlı bir kitap yayımladı. Kitap iki bölümden oluşuyor. Birinci bölüm “Tarih, Siyaset Kültür” başlığını taşıyor. İkinci bölüm “Güneydoğu Anadolu’da Ekonomi ve Toplum” başlığını taşıyor. Birinci bölümün yazarı Prof. Dr. Martin Strohmeler, İkinci bölümün yazarı, Prof. Dr. Lale Yalçın Heckmann’dır.

Almanca asıllı bu kitabı Türkçe’ye Atilla Dirim çevirmiştir. (Martin Strohmeler-Lale Yalçın Heckmann, Kürdler, Tarih Kültür, Siyaset, Tarih vakfı Yurt Yayınlar, 2013)

Bu kitapla ilgili bazı düşüncelerimi belirtmek istiyorum. Sosyal konularla ilgili araştırmalarda, incelemelerde esas kaygılar bilimsel kaygılar, bilim yönteminin kullanılmasıyla ilgili kaygılar olmalıdır. Somut sosyal olguların izlenmesi, gözlenmesi, saptanması, olgulara ilişkin hipotezler kurulması, hipotezlerin tekrar yeni olgularla sınanması, olgular arasındaki ilişkilerin açıklanmaya çalışılması esastır. Bilimsel kaygıları, bilim yönteminin kullanılmasıyla ilgili kaygıları bu çerçevede ele almak, değerlendirmek gerekir.

Ama, Kürd/Kürdistan araştırmalarında, incelemelerinde böyle olmuyor. İdeolojik, politik kaygılar, diplomatik kaygılar daha ön planda oluyor, belirleyici ve yönlendirici oluyor. Devletlerin bu konularla ilgili hassasiyetleri araştırmacıların tutumlarını etkileyebiliyor, belirleyebiliyor.

Prof. Dr. Martin Strohmeler, Kürdlerin/Kürdistan’ın Yakındoğu’da ve Ortadoğu’da, Kürdlerin konumlanması hakkında şu şekilde belirlemeler yapıyor:

Türkiye’de Kürtler: İsyanlar, baskılar, asimilasyon ve entegrasyon s. 61-81                            

Irak’ta Kürtler: Özerklik ve yok Edilme Arasında  s. 81-104

İran’da Kürtler: Dilsel Benzerlik ve Siyasal Yüzleşme s.104-120

Suriye ve Lübnan’da Kürtler: Güvencesiz Statü, Ayrımcılık ve PKK s. 120-125

Sovyetler Birliği ve Ardılı Ülkelerde ve Özellikle de Ermenistan’da ve Azerbaycan’da Yaşayan Kürtler: Teşvikler ve Tehcirler s. 126-128

Gürüldüğü gibi en az 5-6 devlet, Kürdlere ilişkin politikalar uyguluyor. Bu politikaların hiçbiri Kürdlerin/Kürdistan’ın lehine değil. Hepsi de Kürdlerin aleyhine. Devletler hep,  Kürdlerin, Kürdistan’ın aleyhine politikalar, Kürdleri ezme politikaları yürütüyor. Uygulamalar hep bu yönde. Bu, Kürdlerin/Kürdistan’ın bölündüğünü, parçalandığını, paylaşıldığını gösteriyor. Burada, bu ilişkileri gündeme getirecek, açıklayacak, temel bir sorunu, esas sorunun sorulması gerekiyor. Bu soru sorulmuyor.

Kürdler/Kürdistan, neden bölündü, parçalandı, paylaşıldı? Bu süreç ne zaman, nasıl  gerçekleşti? Bu operasyonlara, bu gelişmelere karşı Kürdlerin tutumu neydi? Bu soruların sorulması, Kürd/Kürdistan sorunu açısından çok önemlidir. Yakındoğu’da 40 milyondan fazla nüfusu olmasına rağmen, Kürdlerin/Kürdistan’ın neden bir statüye sahip olmadığı elbette irdelenmesi, sorgulanması gereken bir durumdur. İşte burada, bilimsel değil, ideolojik kaygılar, politik kaygılar daha bir ön plana çıkıyor. Kürdistan’ı müştereken sömürgeleştiren, ortak sömürge haline getiren devletlerin hassasiyetleri dikkate alınarak böyle bir soru  sorulmuyor. Kaldı ki, Kürdistan sömürge bile değildir. Sömürge çok aşağı bir seviyede de olsa bir statüdür. Kürdistan’ın bir statüsü yoktur. Kürdistan ve Kürdler, bölünmüş, parçalanmış, paylaşılmış, her bir paçası ilhak edilmiş, sonra da, adı, dili kültürü vs. inkar edilmiştir.

Böylesine temel bir soru sorulmamasının çok önemli bir nedeni de, bölünmüşlüğün, parçalanmışlığın, paylaşılmışlığın sürüp gitmesi yönündeki istektir. Çünkü bölünmeden, parçalanmadan ve paylaşılmadan söz etmek, Kürtlerin bilincine bu ilişkilerin çarpmasını sağlayabilir. Böyle bir konunun bilincine varan bir kişi, elbette bu ilişkileri sorgular, çok daha sağlıklı bir yapının oluşması için çaba sarfeder. Bölünmeden, parçalanmadan, paylaşılmadan söz etmemek “böyle gelmiş, böyle gider” anlayışının sürüp gitmesini sağlar.

Bu, şüphesiz anti-Kürd bir tutumdur. Kürdistan’ı ortak tasarımlarıyla, düşünceleriyle ve operasyonlarıyla sömürgeleştiren devletlerin hassasiyetlerini dikkate alan, bu hassasiyetleri kuruyan bir tutumdur. Ama, bu, sadece, Prof. Dr. Strohmeler’in tutumu değildir. Genel olarak İngiliz ve Fransız akademisyenlerini giderek genel olarak batılı akademisyenlerin Batı üniversitelerinin anti-Kürd bir tutum içinde olduğunu söylemek mümkündür. Bunun yanında Sovyetler Birliği Bilimler Akademisi’nin de aynı tutum içinde olduğunu söylemek gerekir. Orada da, “Türkiye Kürdistan’ı”, “İran Kürdistan’ı”, “Irak Kürdistan’ı”, “Suriye Kürdistan’ı” gibi başlıklar atılmakta, ama, Kürdlerin/Kürdistan’ın neden bölündüğü, parçalandığı, paylaşıldığına dair bir soru sorulmamaktadır. Devletlerin hassasiyetlerine orada da özenle uyulmaktadır.

Kürd/Kürdistan Sorunu Nedir?

Kürd/Kürdistan sorunu, 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Kürdlerin ve Kürdistan’ın, bölünmesi, parçalanması, paylaşılması ve Kürdlerin bağımsız devlet kurma haklarının gasbedilmesidir. Kürd/Kürdistan sorunu insan hakları sorunu değildir, azınlık sorunu değildir, toprak sorunudur.

Dönemin iki büyük emperyal gücü, Büyük Britanya ve Fransa ve Yakındoğu’nun ve Ortadoğu’nun iki köklü devleti, Osmanlı İmparatorluğu ve imparatorluğun devamı olarak Türkiye Cumhuriyeti, ve İran İmparatorluğu ve imparatorluğun devamı olarak yeni İran şahlığı… 1920’lerde ve sonrasında bu dört güç birbirleriyle işbirliği yaparak, Kürdlerin/Kürdistan’ın  üzerine çullanmış, Kürdlerin/Kürdistan’ın bölünmesini, parçalanmasını ve paylaşılmasını sağlamıştır. Bu şüphesiz emperyalist bir politikadır. Yakındoğu’da, Ortadoğu’da gerçekleşen en kalıcı, en kapsamlı, en derin emperyalist politika budur.

Bölünme, parçalanma ve paylaşılma bir ulusun yaşayacağı büyük felaketlerden biridir. Bir insanın iskeletinin parçalanması, beyninin dağılması gibi bir sonuç ortaya koyar.  Ermenilerin de böyle bir sorunu vardır. Rus Ermenistan’ı, Osmanlı Ermenistan’ı… Bu durum da Ermeniler için çok ağır sorunlar ortaya çıkarmıştır. Yönetimler, kendi Kürdlerini veya Ermenilerini, baskı altında tutabilmek, baskıyı sürdürebilmek için karşı tarafın Kürdlerine veya Ermenilerine küçük bazı olanaklar  sağlamıştır.

Prof. Strohmeler’in, Kürdistan’ın 16. Yüzyılın ilk çeyreğindeki bölünmesinden ve paylaşılmasından “sözde parçalanma” diye söz etmesi dikkate değer. (s.47) “Sözde” inkarcı Türk siyasal kültürünün bir kavramıdır. Prof. Strohmeler’in bu kavramı kullanması şaşırtıcıdır.  Prof. Strohmeler’in yazısında Irak’a ilişkin şöyle bir belirleme de var. “Hiçbir Irak  hükümeti, dürüst, köklü ve uzun vadeli tavizler vermek niyetinde değildi.” (s.87) Buysa, bölünmenin, parçalanmanın ve paylaşılmanın yarattığı bir durumdur. Türkiye’den, İran’dan, Suriye’den giderek bu devletlerin ilişki içinde olduğu ABD, Sovyetler Birliği, daha sonra Rusya Federasyonu gibi devletlerden diplomatik, politik, ekonomik, askeri destek alan Irak hükümeti Kürd taleplerini elbette karşılıksız bırakır.

Günümüzde, örneğin Sovyetler Birliği dağılmıştır, 16 devlet çıkmıştır. Yugoslavya dağılmıştır, 7 devlet çıkmıştır. Çekoslovakya kendi içinde bölünmüştür. Habeşistan’da Eritre bağımsız bir devlet olarak  yaşama başlamıştır. Sudan’da, Güney Sudan bağımsız bir devlet olarak belirmiştir. Endonezya’da, Doğu Timor, Pasifik Okyanusu’nda Yeni Kaledonya bağımsız devlet oldular. Bütün bunlar doğal karşılanmaktadır. Ama, Kürdler, Güney Kürdistan gündeme geldiği zaman, “Irak’ın birliği bütünlüğü”, “Irak’ın toprak bütünlüğü”.. dünya politikasında etkili olan bütün devletler ve uluslar arası kuruşlar tarafından yoğun bir şekilde savunulmaktadır. Irak’ı, Irak’tan önce bu devletler savunmaktadır. Bu da uluslararası anti-Kürd nizam ile ilgilidir.

Anti-Kürd Uluslar arası Nizam

Kürdlere karşı, uluslar arası, anti-Kürd bir nizam vardır. 1920’lerde, Milletler Cemiyeti dönemi de böyledir. 1945 deki Birleşmiş Milletler dönemi de böyledir. Bugün, Birleşmiş Milletler’in anti-Kürd tutumunu sürdürmek için çok ciddi bir gayret sarfedilmektedir.

Kürdler/Kürdistan, ulusların kendi geleceklerini tayin hakkı ilkesinin en çok konuşulduğu bir dönemde, Sovyetler Birliği’nde, Lenin, Stalin Trocky tarafından, ABD’de Başkan Wilson tarafından konuşulduğu, halkların bu ilkenin yaşama geçmesi için çok yoğun bir mücadele yürüttükleri bir dönemde bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Sovyet devrimi, dünyadaki bütün mazlum halklarla ilgili olarak önemli, etkili sonuçlar ortaya koymuştur. Ama Kürdler için böyle bir sonuç yarattığı söylenemez. 1920’leden itibaren Sovyetler Birliği yönetimi her zaman, Kürdleri/Kürdistan’ı ezen devletlerin yanında yer almış, onlara her türlü desteği vermiştir. Bu ilişikilerin de irdelenmesi gerekir.

Bugün 28 üyeli Avrupa Birliği’nde, Luxemburg, Malta, gibi devletlerin nüfusu yarım milyon civarındadır. Kıbrıs’ta, Rumlar artı Türkler bir milyon etmemektedir. Estonya, Letonya Litvanya, Slovenya, Slovakya gibi devletlerin nüfusu 2-3 milyon civarındadır. Ama, Kürdler’in,  Yakındoğu’da 40 milyondan fazla nüfusa sahip olmalarına rağmen, bir siyasal statüye sahip olmamaları dikkate değer bir durumdur. Avrupa Birliği’nde, sadece Almanya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin, İtalya’nın ve İspanya’nın nüfusu Kürdlerin Yakındoğu’daki, Ortadoğu’daki nüfusundan fazladır. Belki Polonya’nın Kürdlerinkine yakın bir nüfusu vardır. Geriye kalan 22 Avrupa Birliği üyesi devletlerin nüfusları Kürtlerin Yakındoğu’daki, Ortadoğu’daki genel nüfuslarından çok çok azdır.

Yakındoğu’da, Kürdlerin genel nüfusunun 40 milyonun çok üzerinde olduğu, örneğin 50 milyon olduğu da söylenebilir. Bu konuda de ilgili devletlerin neden ciddi bir sayım yaparak Kürd nüfusunu saptamadıkları irdelenmelidir. Örneğin, Irak’ta, Kerkük’de nüfus sayımı yapılması anayasa gereği olmasına rağmen hükümet, nüfus sayımı yapmamak için direnmektedir. Saddam Hüseyin döneminde de böyleydi. Kürdistan Demokrat Partisi Başkanı Mele Mustafa Barzani ve  Irak devim Komuta Konseyi Başkan Yardımcısı (Başbakan) Saddam Hüseyin arasında yapılan, 11 Mart 1970 andlaşmasının bir gereği olmasına rağmen nüfus sayımı yapılmamıştı. Nüfus sayımı yapılmamasının nedeni çok açıktır. Çünkü yapıldığı zaman Kürdlerin çok fazla olduğu ortaya çıkacaktır. Bu da resmi olarak kabulü istenmeyen bir durumdur.

47 üyeli Avrupa Konseyi’ndeki duruma da bakmak  gerekir. 47 üyeli Avrupa Konseyi’nde, Liechtenstein, Andorra, San Marino, Monaco gibi ülkelerin nüfusları 40 nin 50 bin civarındadır. İslam Konferansı’nda, Arap Birliği’de, Afrika Birliği’nde, Birleşmiş Milletler’de de böyle devletler vardır. Basra Körfezi’de, Kuveyt, Bahrenyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri gibi devletlerin nüfusları bir milyonun altındadır. Okyanusya’da, Tavulu, Vanuatu, gibi nüfusu 0nbin, onbeşbin olan devletler bile vardır. Bu devletlerin ülke genişlikleri de Kürdistan’a nazaran çok küçüktür. Bazılar, Kürdistan’ın bir beldesi kadar bile değildir.

40-50 bin nufuslu Andorra, San Marino gibi devletlerin, Tavulu, Vanuatu gibi devletlerin ne gibi artıları var da devlet olmuşlar, Kürdistan’ın 40 milyonu aşkın nüfusuyla ne eksileri var da küçücük bir statü sahibi bile olamamış diye sormamak gerekir. Bu soruya verilecek hiçbir sağlıklı cevap yoktur. Cevap anti-Kürd tutumdur. Uluslar arası nizam anti-Kürd bir nizamdır. Uluslar arası nizamın neden anti-Kürd bir nizam olduğu, dünyanın, sağda olanlar olsun, solda olanlar olsun  neden Kürd’e karşı olduğu, sağda olanlar olsun, solda olanlar olsun, neden Kürd’ü ezenlere destek verdiği elbette incelenmesi gereken bir durumdur. Güney Kürdistan’da,  ABD ve Koalisyon güçlerinin 2003 de Irak’a müdahalesinden sonra kurulan Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni ayrıca değerlendirmek gerekir.

Uluslararası anti-Kürd nizamı  pek çok olguyla, zengin olgusal dayanaklarla  değerlendirmek mümkündür. 16 Mart 1988 Halepçe soykırımına karşı dünyanın tavır ve davranışı elbette çok çarpıcı bir örnektir. 13 Temmuz 1989 da, İran Kürdistan demokrat Partisi Lideri Abdurrahman  Qasımlo’nun ve iki arkadaşının, Viyana’da, İran güvenlik güçleri Pasteranlar tarafından  katledilmesinden sonra, Avusturya hükümetinin giderek Avrupa demokrasilerinin tutumu  yine çok çarpıcı bir örnektir. Bütün bunların zengin olgusal dayanaklarla irdelenmesi gerekir.

Bu ilişkiler çerçevesinde, devletlerin, uluslar arası kurumların eleştirilmesi elbette çok önemlidir. Avrupa’da, üniversitenin, basının, yargı kurumlarının, insan hakları kurumlarının  eleştirilmesi önemlidir. Ama, herşeyden önce eleştirilmesi gereken, birinci planda eleştirilmesi gerekenler Kürdlerdir, Kürd aydınlarıdır, Kürd siyasetçileridir.  Bağımsız devlet istemiyoruz, demek, sınırlarla, bayraklarla sorunumuz yoktur, dermek, emperyalizmin çizdiği sınırları benimsiyoruz, bu sınırlarla mutabıkız, demektir. Eğer böyle derseniz, 1920’lerde Kürdlerin/Kürdistan’ın başına nasıl lanetli bir çorap geçirildiğinin bilincine varamazsınız. Böyle denince, bu ilişkileri gündeme almak zaten söz konusu olmaz.  Eğer böyle derseniz, 1920 lerde, Yakındoğu’da ve Ortadoğu’da kurulan statükoda, neden Kürdlerin/Kürdistan’ın statüsüz bırakıldığının bilincine varamazsınız.

İnsan Hakları Derneği, Diyarbakır Şubesi’nin çalışmalarına göre 243 toplu mezar vardır. Bu mezarlarda üçbinden fazla Kürd’ün cesedi bulunmaktadır. Toplu mezarlar hala açılamamıştır. Aileler çok yoğun çabalarına rağmen, çocuklarının, yakınlarının kemiklerine bile ulaşamamış, onlar için bir mezar yapamamışlardır. Eğer, sınırlarla sorunumuz yoktur vs. derseniz, böyle derseniz,  bu konuları da unutur gidersiniz, bunları sorun yapmazsınız, bu konular, bilincinize çarpmaz olur…

Yakındoğu’da ve Ortadoğu’da, 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, en büyük, en ağır, en yaygın emperyalist saldırı Kürdlere, Kürdistan’a yapılmıştır. Mayıs- Haziran 1919’da, Hewler’den ve Kerkük’ten Süleymaniye’ye girişte, on km. mesafede, Basiyan’da, -bugün orada Şeyh Mahmud Berzenci’nin heykeli vardır-, zehirli gazlar ilk olarak İngilizler tarafından Kürdlere karşı kullanılmıştır. O günlerde yeni yeni üretilen savaş uçakları ilk defa Kürdlere karşı kullanılmıştır. ‘Nehirlerden kan akıyordu’ diye yazanlar, “Kürd köyleri yakılıp yıkıldı” diye yazanlar, daha sonra anılarını yazan sivil-asker İngiliz görevlilerdir.


1920’ler… Kürdlerin/Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, paylaşılması. Bu, Kürdlerin, Kürdistan’ın üçüncü bölünüşü ve paylaşılmasıdır. Bu neyi anlatır?  Kürdlerdeki bir zaafa işaret eder. Kürdlerde öyle bir zaaf var ki, ona hasım güçler onun o zaafından yararlanarak, onu bölüyor, parçalıyor, paylaşıyor ve onu kendi çıkarları doğrultusunda seferber ediyor.

Bugün Kürdistan, Kürdler, sadece devletler tarafından, -1920’lerde, İngiltere, Fransa, Türkiye, İran, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Türkiye, İran, Irak, Suriye-  bölünmüş değildir, her parçada da yoğun bir ufalanma, parçalanma yaşanmıştır. Bu devletlerin, Kürdlere ilişkin farklı uygulamalar içinde oldukları da söylenebilir. Ama sonuçta anti-Kürd politikalar ve uygulamalardır. Birbirlerini destekleyen politikalar ve uygulamalar olduğu da açıktır.

Kürdler bugün çok parçalı bir toplumdur. Toplumsal bütünleşme de çok önemli bir sorundur. Sovyetler Birliği’ndeki, Ermenistan ve Azerbaycan’daki Kürdleri /Kürdistan’ı örneğin Kızıl Kürdistan’ı da unutmamak gerekir. Kızıl Kürdistan’ın neden yıkıldığı, Kürdlerin neden Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetlerine, Kırgızistan’a, Kazakistan’a, Türkmenistan’a, sürgün edildikleri, elbette, irdelenmesi gereken bir durumdur. Bütün bunlardan dolayı, 1920’lerin ve ondan sonraki gelişmelerin iyi incelenmesi gerekir.

Kürd/Kürdistan araştırmaları, örneğin, 15-20 yıl öncesine nazaran çok iyidir. Mücadelenin getirdiği fiili kazanımlar söz konusudur. Artık resmi ideoloji de eleştirilebilmektedir. Devletin yaratmaya çalıştığı ideolojik gerçeklikler eleştiri konusu olmakta,  somut gerçekliklere dayalı analizler gün geçtikçe gelişmektedir.

Friday, March 28, 2014

Keseb saldırısı ve sonrasında neler yaşandı?

Suriye’deki savaş dördüncü yılınan girerken, son olarak stratejik öneme sahip Yabrud’u alarak Kalamun Savaşı’nda önemli bir zafer kazanan Suriye yönetiminin güneydeki Başkent Şam ve çevresinde eli güçlendi. Ancak bu kez AKP hükümetinin desteklediği cihatçı çeteler Türkiye topraklarından Keseb’e girdi. Alevi ve Ermeni nüfusun yoğunlukta olduğu Keseb’e saldıran çetelerin asıl hedefi Lazkiye 
13 Mart: Türkiye Dışişlerinde savaş planları
Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nda 13 Mart‘ta Ahmet Davutoğlu, Yaşar Güler, Hakan Fidan ve Feridun Sinirlioğlu’nun katılımıyla yapılan gizli toplantıda Suriye’ye yönelik bir askeri müdahaleye gerekçe yaratmak için MİT’in Suriye’deki cihatçı çeteleri kullanarak sınır bölgesinde çatışma ortamı yaratması üzerine planlar tartışıldı. Bu toplantı iki hafta sonra sızdırılan ses kayıtlarıyla ifşa edildi.
21 Mart: Cihatçılar Keseb’e saldırdı
El Kaide’nin Suriye kolu El Nusra, Ensar uş-Şam, Şam İslami Hareketi, İslami Cephe ve Bayır Bucak Türkmen Tugayı adlı cihatçı çeteler, 21 Mart Cuma günü sabah saatlerinde Türkiye’nin Yayladağı Sınır Kapısı’ndan ellerini kollarını sallayarak geçip Keseb Sınır Kapısı’nı ele geçirdiler.
capul-keseb
“Ermeni-Alevi kasabasına saldıran cihatçılar Türkiye’den Suriye’ye geçerken” (videoyu izlemek için resmin üzerine tıklayınız!)
23 Mart: Türkiye bir Suriye uçağını vurdu
Suriye savaş uçakları Keseb bölgesindeki silahlı muhalif gruplara yönelik hava saldırısı başlattı. 23 Mart’ta Suriye ordusuna ait MIG-23 savaş uçağı Keseb üzerindeyken TSK’ya ait F-16′lar tarafından füzeyle vurularak düşürüldü. TSK, Türkiye hava sahasının ihlal edildiğini belirterek şu açıklamada bulundu:
Hatay/Yayladağı’na bağlı Çamlı Tepe Hudut Karakolu bölgesinde Türk hava sahasına girerek yaklaşık bir kilometre kadar hava sahamızı ihlal etmiş, daha sonra batıya doğru yönelerek 1,5 kilometre kadar hava sahamızda uçmaya devam etmiştir. Bu esnada bölgede hava devriye görevinde (havada hazır) bulunan iki adet F-16 uçağımızdan birisi, angajman kuralları gereğince saat 13.14’de Suriye uçağına füze atmış ve isabet alan Suriye uçağı hududun 1200 metre güneyinde ve Suriye topraklarında yer alan Kesep bölgesine düşmüştür. Uçağın Kesep bölgesine düşüşü, bölgede bulunan hudut birliklerimiz tarafından gözlemlenmiştir.
Suriye savaş uçağı düşürüldüğü sırada Habertürk TV canlı yayındaydı:
haberturk-canlı
Habertürk, Yayladağı’nda canlı yayındayken düşürülen Suriye savaş uçağı (videoyu izlemek için resmin üzerine tıklayınız!)
Suriye’den Erdoğan’a “teröre destek” suçlaması
Suriye yönetimi, Keseb bölgesindeki cihatçı çetelere yönelik operasyonda olan savaş uçaklarının ‘kendi topraklarında’ saldırıya uğradığını ve bu gelişmenin ‘teröristlere’ yaradığını vurguladı, Erdoğan hükümetini ‘teröre aleni destekle’ suçladı.
Suriyeli pilot: Sınırı ihlal etmedim
Suriye savaş uçağının düşürülmesinin ardından, uçaktan paraşütle atlayarak kurtulan Suriyeli pilot, Suriye Devlet Televizyonu’na “sınırı ihlal etmedim” dedi. Pilotun açıklamalarına yer veren Suriye Arap Haber Ajansı haberinde şu ifadeler kullanıldı:
Pilot, Keseb Bölgesinde Suriye topraklarında ve Türkiye sınırlarından 7 km hatta daha fazla uzaklıkta silahlı terör çetelerini kovaladığı sırada kendisine verilen görevi tamamlaması ardından dönüşü sırasında uçağının Türk bir uçak tarafından bir füzeyle hedef alındığını söyledi
pilot-suriye
Düşürülen uçağın pilotunun Suriye Devlet Televizyonu’na yaptığı açıklama (video)
Lazkiye kuzey kırsalında cihatçı çeteler ile Suriye ordusu arasında yaşanan çatışmalarda Beşar Esad’ın kuzeni, Lazkiye Ulusal Savunma Güçleri komutanı Hilal el Esad yaşamını yitirdi.
hilal-esad
Hilal Esad için Suriye’nin Kardaha kasabasında düzenlenen cenaze töreni
24 Mart: Yaralı cihatçılar Türkiye’ye taşınıyor
Suriye ordusu ve Halk Savunma Birlikleri’nin Lazkiye’nin kuzey kırsalında cihatçı çetelere karşı başlattıkları operasyonda yaralanan cihatçılar, Yayladağı sınırında bekleyen sivil araçlar ve ambulanslarla Yayladağı ve Antakya’daki hastanelere taşındı.
yayladagi-cihatci
Yaralanan cihatçılar Yayladağı ve Antakya’daki hastanelerde tedavi görüyor
25 Mart: Antakya’da protestolar
25 Mart’ta, Keseb bölgesinde yaralanan cihatçıların Yayladağı’ndan ambulanslarla taşınarak Harbiye beldesi üzerinden Antakya Devlet Hastanesi’ne götürülmesi Arap Alevi vatandaşların yoğun olduğu Harbiye beldesi halkını çileden çıkardı. Halk, Yayladağı-Antakya yolunu kapatarak eylem yaptı.
harbiye-eylem
Harbiye halkı ‘savaşa hayır’ dövizleriyle yürüdü
Ermeni-Alevi vatandaşların yoğunlukta olduğu Keseb kasabasını kuşatma altına alan çetelerin, 25 Mart’ta Samra sahil köyünü ele geçirdikleri iddia edildi.
samra-cete
Samra Köyü sahilinde olduklarını iddia eden cihatçılar (video)
Bölgeye saldıran cihatçı çeteler arasında Ensar uş-Şam, El Kaide’nin Suriye kolu El Nusra Cephesi, İslami Cephe, Bayırbucak Türkmen Tugayı isimli örgütler bulunuyor.
turkmen-cete
“Bayırbucak Türkmen Tugayı”na yakın Facebook hesabında yayımlanan tugaya ait fotoğraf
26 Mart: Cihatçılar stratejik tepeyi ele geçirdi
Keseb Sınır Kapısı’nı ele geçiren muhalifler, 25 Mart’ta bölgeye hakim stratejik öneme sahip Kırkbeş tepesine (Burç Hamsevi Erbain) saldırı başlattı, 26 Mart’ta tepeyi ele geçirdiklerini YouTube hesaplarından açıklandı. Suriye ordusu ise bölgeye yönelik hava saldırısı başlattı. Bayırbucak Türkmen Tugayı birliklerinden Hazreti Mustafa Bölüğü Komutanı Abu Reşat Abdullah’ın da Kırkbeş tepesine yapılan saldırıda öldürüldüğü açıklandı.
Saldırı sonrası Kırkbeş tepesi (Burç Hamsevi Erbain)
Bölgeye saldıran El Kaide’nin Suriye kolu El Nusra Cephesi’nde çok sayıda Çeçen cihatçı da yer alıyor.
cecen-cihatci
Kırkbeş tepesi (Burç Hamsevi Erbain) saldırısında yer alan Çeçen cihatçılar (video)
Ermeniler ve Aleviler hedefte
Daha önce Ağustos 2013′te ‘Müminlerin Annesi Hz. Ayşe’ isimli operasyon ile Lazkiye’nin kuzey kırsalında bulunan Alevi köylerine saldıran çeteler buralarda katliam gerçekleştirmişlerdi. Cihatçı çeteler, 21 Mart sabahı başlattıkları ve ‘El Enfal’ adını verdikleri operasyon ile Ermeni ve Alevi halkı hedef almaktan geri durmuyor.
“Bayırbucak Türkmen Tugayı”na yakın Facebook sayfasında, ‘Lazkiye’deki Ermeni cemaati; özel ayınlar düzenleyerek ”Keseb’in bir an önce Esat çeteleri tarafından alınması için dualar ediyorlar” şeklinde paylaşımlar yaparak Ermeni halkını hedef gösteriyor.
cihatci-keseb
“Bayırbucak Türkmen Tugayı”na yakın Facebook hesabında Keseb’teki Ermeni halkı hedef gösterildi
Ermeni ev, işyeri ve kiliseleri yağmalandı
asbarez.com isimli haber sitesinin ‘Ermeni Devrim Federasyonu’ (ARF) verilerine dayandırdığı haberinde, Keseb kasabında Ermeni halkına ait ev, işyeri ve kiliselerin cihatçı çeteler tarafından yağmalandığı belirtildi.
Keseb kasabasında yanan  binalar
Keseb kasabasında yanan binalar
Es-Sefir gazetesinden Abdullah Süleyman Ali, 27 Mart tarihli yazısında El Nusra Cephesi militanlarının Keseb kasabasındaki bir kiliseye saldırdığını ve haçların söküldüğünü belirtti. Yazıda belirtilenler, ‘Mısırlı Ebu Katada’ isimli cihatçının Twitter hesabında yayımladığı kilise içindeki fotoğraf ile teyit edildi.
ebu katada-kilise
Keseb’te cihatçıların yağmaladığı Ermeni Kilisesi (@qatadah_athary /Twitter)
keseb-kilise
Cihatçılar, Keseb’teki kiliselerin “güvenliğini sağlıyoruz” diyerek video yayınlıyorlar. Ancak videoda kilisedeki haçın indirilmiş olduğu görülüyor
26 Mart: Ermenistan heyeti Suriye’ye gitti
Keseb kasabasında Ermeni halkına yönelik saldırıları kınayan Ermenistan, 26 Mart’ta Milletvekik Samvel Farmanyan başkanlığında bir Ermenistan Parlamentosu heyetini Suriye’ye gönderdi.  Suriye Arap Haber Ajansı’nın haberinde, Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad ile görüşen heyetin Ermenistan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan’ın mesajını aktardığı ve mesajda ” Terör gruplarının, Türkiye’nin desteği ile Lazkiye kırsalının Keseb Bölgesine saldırılarını kınadığı” belirtildi.
esad-heyet
Esad ile görüşen Ermenistan heyeti (Fotoğraf: SANA)
Çatışmalara Türkiyeli cihatçılar da katılıyor
“Bayırbucak Türkmen Tugayı”na yakın Facebook sayfasında, Türkmen çetelerine desteğe giden Türk vatandaşlarının da Keseb saldırısı sırasında Suriye ordusu ile yaşanan çatışmalarda öldürüldüğü belirtildi.
giresun-cihatci
27 Mart: AKP’nin savaş planları ortaya çıktı
27 Mart’ta Dışişleri, MİT, Genelkurmay 2. Başkanı arasındaki Suriye görüşmesinin ses kaydı yayımlandı ve söz konusu ses kaydında, Suriye’deki gruplara 2 bin TIR malzeme gönderdiklerini belirten MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Suriye’ye askeri müdahale gerekçesi yaratmak için MİT’in birilerini Suriye’ye gönderip Türkiye tarafına füze attırabileceğinden söz ediyor.
tape-2
Ses kaydında bulunan, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın “Suriye itirafları”ndan biri
Türkiye sınırından içeri top mermileri düşmeye başladı
Aynı gün Antakya-Yayladağı yoluna 17.40 sularında havan mermisi düştü. TSK, top mermisinin Suriye tarafından geldiği ve  Türkiye’den Suriye’ye topçu birlikleri tarafından top atışı yapılarak karşılık verildiğini açıkladı.
yayladag-top1
Yayladağı-Antakya yolu
28 Mart: Suriye BM’de girişimlere başladı 
Suriye Arap Haber Ajansı’nın haberinde, Birleşmiş Miller Daimi temsilcisi Beşşar el Caferi’nin  ”Türkiye ordusunun Lazkiye kırsalının kuzeyinde silahlı terör gruplarının eylemlerine askeri örtü sağladığı” suçlamasıyla BM Genel Sekreteri Yardımcısı ve üst düzey yetkililerle bir dizi temasta bulunduğunu açıkladı.
bessar-caferi
Suriye’nin Birleşmiş Miller Daimi temsilcisi Beşşar el Caferi
Suriye Arap Haber Ajansı’nın haberine göre, Suriye ordusu Lazkiye’nin kuzey kırsalında  Beyt Ablak, el Kantara ve Cebel Küz bölgelerinde operasyonlarını sıklaştırdığı, Nisr Dağının doğusu ve Nebii el Mur civarında bulunan silahlı muhaliflere yönelik yoğun top ateşinin olduğunu açıkladı. Ayrıca stratejik öneme sahip  Kırkbeş tepesini (Burç Hamsevi Erbain)  geri almak isteyen Suriye ordusu ile cihatçı çeteler arasında bölgede yoğun çatışmaların yaşandığı belirtildi.
Sendika.Org

Thursday, March 27, 2014

Casa Bella – Lazkiye hattı
Casa Bella – Lazkiye hattı
Mehmet SERİM

YDH Suriye Temsilcisi Mehmet Serim, silahlı grupların Keseb'e yönelik saldırısını ve bölgenin stratejik önemini yazdı.
Keseb[1] Antakya – Yayladağı ilçesinin hemen karşısına düşen bir Ermeni kasabası. Kesebtsi’lerden (Keseb’in yerlileri) bir grubun hazırladığı internet sitesine göre Keseb tarih içinde Ermenilerin yurdu olmuş. Yaşanan savaşlara, tehcirlere ve göçlere rağmen bugün Keseb halen Ermenilerin Suriye’deki en önemli merkezlerinden birisi olma konumunu sürdürüyor.[2]
Keseb Antakya’nın Yayladağı ilçesinin hemen karşısına düşüyor. Doğusunda Türkiye sınırı, batısında Akdeniz kıyısındaki turizm merkezi Ras el-Basıt var.
Dağlık bir coğrafyada yer alan Keseb’in Türkiye tarafında Suriyelilerin adını verdikleri Cebel el-Akrağ (kel dağ) denilen bir zirve bulunuyor. Suriye (Keseb) tarafındaki dağlık bölge ise ormanlarla kaplı.
İsyanın başlamasından önce Keseb (ve Ras el-Basıt) yaz aylarında cipleri ile gelen zengin Körfez Araplarının, birkaç kadın ve onlarca çocukla ile yazlıkları ve otelleri doldurduğu bir yerdi.
Keseb’te hemen her tabela iki dilde yazılıdır: Arapça ve Ermenice. Lazkiye merkeze yaklaşık 50 km uzakta bulunan Keseb’te yaşayan yaklaşık 2 bin Ermeni, son aylarda saldırı olasılığının artması üzerine merkezi boşaltmışlardı. (Merkezde sadece silah dağıtılmış az sayıda gencin ve bazı yaşlıların kaldığından bahsediliyor.)
Keseb, Suriye – Türkiye sınırında Suriye’nin elindeki son geçiş noktasıydı. Diğer geçiş noktalarının militanların eline geçmesinden sonra Suriye – Türkiye arasındaki geçişler bu noktadan sağlanıyordu. (diğer yandan Silifke – Taşucu ve Tartus arasında feribot seferleri hiç durmadı. Buradan ‘yaptırım uyguladığımız’ Suriye’ye her hafta onlarca tır dolusu malzeme ihraç ediliyor.)
Sınır ticareti yapanların geçim kaynaklarından biri olan bu kapıdan her gün yüzlerce taksi ve sivil araç geçiş yapardı.
Ancak 7 – 8 ay önce Türk tarafı sınırı tek taraflı olarak kapatma kararı aldı. Bu adım Keseb’e yönelik saldırı niyetinin ilk adımı olarak görüldü.
Kapı aylarca kapalı kaldı. Türk ve Suriye tarafında birkaç görevlinin dışında kimse kalmadı.
Suriye’ye yönelik saldırı planları iddiaları özellikle son iki aydır çeşitlenmişti. Bu senaryolara göre güney cephesi olarak adlandırılan bölge üzerinde duruluyordu (Kuneytra – Dera hattı).
Diğer yandan yaklaşık 2 haftadır Süleyman Şah türbesine yönelik IŞİD tehdidi nedeniyle türbenin bulunduğu yerde bir provokasyon yapılabileceği ve Türk ordusunun buraya operasyon düzenleyebileceği konuşulmaya başlanmıştı.
Ancak saldırı (aslında beklenen, ancak gün itibariyle) hiç beklenmedik bir yerden Keseb tarafından oldu.
21 Mart 2014 günü sabah saatlerinde Keseb’e büyük bir saldırı düzenlendi. Saldırı ÖSO’ya bağlı Bayırbucak Türkmen Tugayı, Ansaru’ş- Şam, Nusra Cephesi, 2. Fetih tugayı ve İslami Cephe militanlarının ortak saldırısı başladı. Enfal adı verilen saldırı sonucunda Keseb’in bazı bölgeleri militanların eline geçti.[3]
Türkiye, resmen savaşta mı?
Yerelden aldığımız bilgilere göre saldırı sırasında ilk önce maskeli bir birlik sınır kapısından Suriye tarafına girdi.
Buradaki görevliler öldürüldü ve ardından keskin nişancılar girerek stratejik bina ve yükseltilere konuşlandılar. (Militanların maske takma alışkanlıklarının olmaması “hükümet askerlerimizin hayatını tehlikeye mi attı?” sorusunu akla getiriyor)
Görgü tanıklarından aktarılanlara göre kimse kafasını bile kaldıramıyordu çünkü keskin nişancılar hemen ateş açıyorlardı.
Bir başka iddia ise ilk baskın sırasında bir grup Suriye askerinin esir alınarak Türk tarafına geçirildiği yönünde; ancak bu iddiayı doğrulatma imkanı yok.
Diğer bir iddia ise Suriye tarafının Türk tarafında militanları bombaladığı sırada bazı Türk askerlerinin yaralandığı iddiası. Bu konuda da Türk tarafından bir açıklama yapılmadı.
Kesin olan; militanların Türk ordusunun desteğinde ve top atışı ile korumasında saldırıyı gerçekleştirdikleri.
Normal zamanlarda sivillerin girmesinin yasak olduğu bölgeye canlı yayın araçlarının sokulması, canlı yayın sırasında arkası dönük muhabirin “evet şu anda bir uçağın düştüğü bilgisi geldi” demesi, AA’nın “uçağın düşüşünü görüntüledik” haberi saldırının ince bir planlamayla yapıldığını gösteriyor.
İlk kez doğrudan müdahil olduk
Suriye içinde devam eden savaşa bugüne kadar müdahil olmadığını öne süren AKP hükümeti ve Başbakan Erdoğan, üstelik Türk toprağı Süleyman Şah türbesine yönelik bir tehdit mevcutken bu kez savaşa bir başka yerden yapılan saldırı ile resmen müdahil olmaktan çekinmedi.
Daha önce; zaman zaman kim tarafından atıldığı bilinen mermilerin Türk tarafına düşmesi sonrası verilen cevaplar, Suriyelilerin uçağımızı düşürdükten sonra angajman kurallarının değişmesi, Suriye helikopterinin düşürülmesi gibi gelişmeler Türkiye’nin güvenlik algılaması açısından bir şekilde izah edilebilirdi.
Bu saldırıyla Türkiye Suriye’deki savaşa ilk kez doğrudan ve somut biçimde müdahil oldu ve bir taraf ile birlikte hareket etti.
Suriye neden cevap vermedi
Suriye tarafının, uçağı düşürüldükten sonra yaptığı yumuşak tonlu açıklama dikkat çekici. ‘Karşılık vereceğiz’ ifadesi yerine Suriye tarafı ‘uçaklarının düşürülmesinin Türkiye’nin Suriye’deki militanları desteklediğinin ispatı olduğunu’ belirtmekle yetindi.
Açıklamanın devamında ise ‘kendi halkını Suriye konusunda ikna edemeyen ve yolsuzluklara bulaşmış Erdoğan’ın seçim kaygısı ile hareket ettiği için böyle davrandığı’ iddiası vardı.
Bu ifadeler Suriye’nin neden sert şekilde cevap vermediğinin cevabı olabilir. Özellikle ‘Erdoğan’ın seçim kaygısı ile hareket ettiği’ ifadesini düşünecek olursak Suriye cevap vermeyerek Erdoğan’ın prim yapmasına olanak sağlamak istemedi.
İncelikle düşünülmüş bu açıklamanın bize düşündürdüğü ikinci ihtimal şu: Suriye tarafı 30 Mart’tan sonra (seçim sonucuna göre de) sertleşebilir.
Diğer ihtimal Suriye’nin bir tarafta İsrail ile sınırda hareketlenmeler başlamışken kuzeyde bir başka cephe açmak istememesi.
Bugüne kadar uygulanan bir başka taktik ise üçüncü ihtimal olarak duruyor. Suriye ordusu şimdiye kadar militanların bir yeri almasının önüne geçmedi. Militanların o yeri aldıktan sonra toplanmasını ve daha sonra operasyon yapmayı bekledi. Bu kez de öyle olabilir.
Sebebi ne olursa olsun çoklu cephe savaşı sürdüren Suriye yönetimi şimdiye kadar olduğu gibi bu sinir harbinde bu kez de sükunetini korudu. Tıpkı İsrail’in bundan bir süre önce Golan’da birkaç askeri noktayı vurmasından sonra yaptığı gibi.
Keseb-Lazkiye hattı
Lazkiye Alevilerin yoğun olduğu bir bölge. Şehir merkezinde yarıya yakın oranlarda Alevi ve Sünniler ile Ermeniler ve diğer azınlıklar yaşıyor.
Lazkiye ‘muhaliflerin’ en önemli hedeflerinden birisi oldu; ancak şehir merkezinde tüm tahriklere rağmen Alevi – Sünni savaşı çıkarılamadığı gibi herhangi bir önemli olay da meydana gelmedi.
Halep, İdlib, Humus gibi yerlerden yaklaşık 1 milyon insanın göçüne rağmen şehirde huzur bozulmadı. Dışarıdaki haberleri izleyip de Lazkiye’ye bugün giden birisi gördüklerine inanamaz. Hemen tüm kesimler sanki 50 km ötede korkunç bir savaşın sürdüğü bir ülkede değilmiş gibi huzur içinde yaşıyor. Şehir cıvıl cıvıl.
Ancak Keseb saldırısı ister istemez bir endişeye sebep oldu. Çünkü uzun bir süredir hedeflenen saldırının ilk adımı atıldı ve Keseb militanların eline geçti.
Keseb’in hemen alt taraflarında yer alan bölge (Cebel Akrad bölgesi) ve sınır kapısına ulaşan yolun yaklaşık son 10 km’lik kısmı zaten uzun bir süredir militanların elindeydi. Bu nedenle Keseb ve sınır kapısına gitmek isteyenler önce batıya yönelip sahile iniyor Ras el-Basıt üstünden Keseb’e ve daha sonrasında ise gümrük kapısına ulaşıyordu.
Ancak şimdi Keseb ile birlikte militanlar için sahile inebilme imkanı da doğdu. Batıda Ras el-Basıt ve güneyde Sedd Belloran (Belloran baraj gölü) militanların eline geçerse Lazkiye’ye yaklaşık 30 km’lik bir mesafe kalacak.
Diğer yandan baraj gölünün hemen doğusunda yer alan Khirbet Sulaş adı verilen köy ile daha güneyde Haffe’ye yakın Iğmam köyü de militanların elinde. Iğmam ve Haffe Lazkiye’nin doğu kırsalına düşüyor. Yani militanlar doğudan da Lazkiye’ye yaklaşmış durumdalar.
Keseb ve çevresinde militanların elinde olan 40 kadar Türkmen köyü bulunuyor. Ancak kuzeyde Sedd Belloran ve doğuda yukarıda andığımız köylerin bulunduğu hattan itibaren (güneye, Lazkiye’ye doğru) Alevi köyleri başlıyor.
Eğer militanlar bu hattı geçebilirlerse yeni katliam haberleri duyacağız demektir. Nihai hedef Lazkiye şehir merkezine inebilmek olduğuna göre militanların (eğer Suriye ordusu çok ağır bir saldırı yapmazsa) önümüzdeki günlerde bu tür denemelerini görebiliriz.
Tepe 45 adı verilen yüksekçe nokta bu nedenle çok önemli. Burası Suriye ordusunun elindeydi. Ancak dün itibariyle (25 Mart) burası da militanların eline geçti. Bu saldırıda Türkiye’den atılan bir füzenin kullanıldığı öne sürülüyor. Anlatılanlara göre füzenin neden olduğu sarsıntı yaklaşık 15 km öteden hissedilmiş.
Ardından Suriye ordusunun karşı saldırı yaptığı ve tepeyi geri aldığı haberleri geldi. Ancak sanırız bu haberler gerçeği yansıtmıyor. Yapılan resmi açıklamalarda ‘ordunun tepenin etrafına konuşlandığı’ ifadeleri ile yetiniliyor.
Bugün itibariyle bilinen Suriye ordusunun bölgeye takviye birlikleri gönderdiği.
Suriye tarafından yapılan açıklamaların Lazkiye halkında oluşan endişeyi yatıştırmaya yönelik mi olduğu; yoksa ordunun büyük bir saldırıya mı hazırlandığı birkaç gün içerisinde belli olur.
Keseb’in alınması kayıp olsa da bizim medyamızda anlatıldığı gibi savaşta stratejik bir denge değişikliğine sebep olmaz. Ancak nihai hedef olan Keseb sonrası (Lazkiye) militanlar eğer ilerleme sağlarsa durum değişebilir.
Sanırız bu nedenle Suriye ordusu ya ormanları yakmayı da göze alarak ağır bir saldırı yapacak ya da militanları Keseb bölgesi sınırları içinde tutabilmek için hat oluşturacak ve Keseb savaşını daha sonraya bırakacak.
 


[1]Wikipedia’ya göre Keseb adı, ‘güzel ev” anlamına gelen Latince ‘Casa Bella’dan geliyor.
[2]Geniş bilgi için bkz: http://www.kessabtsiner.com

Sunday, March 16, 2014

Onur Aksoy Yazdı: 60′ların hürriyet kuşağından 68′lerin devrim kuşağına gençlik hareketleri





Onur Aksoy Yazdı: 60′ların hürriyet kuşağından 68′lerin devrim kuşağına gençlik hareketleri


Bu yazımızda amacımız; hem geçmişten bugüne öğrenci ve gençlik hareketlerine, bu hareketlerin oluşmasını sağlayan etkenlerin neden ve sonuçlarına kısa bir bakış atmak hem de günümüz gençliğine, 60 Hürriyet şehitleri ve 68 Devrim şehitlerinin ışık olmasında ufak da olsa katkıda bulunmaktır.

27 Mayıs 1960 öncesi genel durum

Konumuz, gençlik hareketleri ve bu hareketlerin sebepleri üzerine kafa yormak, süreci anlamak ve günümüze ışık tutmasını sağlamak, ancak gelin biz yazımızı biraz geriden başlatalım.
1938’de Mustafa Kemal Paşa’nın ölümü ile yeni bir dönem açıldı diyebilir miyiz? Evet, deriz! Bizim literatürümüzde Ulusalcı-Kemalist aydınlarımızın çok sevdiği, sıklıkla kullandığı “Karşı Devrim”in 1950’li yıllarda, DP iktidarı ile başladığına dair bir fikir vardır ki yazıyı 38’den başlatmamın nedeni de budur aslında. Çünkü biz artık biliyoruz ki karşı devrim, DP iktidarı ve kurucu kadroları ile değil, Mustafa Kemal gözlerini kapadığı andan itibaren, içinde kendi silah arkadaşlarının da bulunduğu bir süreç ile başlamıştır.
1947’de, ABD başkanı Truman’ın, Türkiye ve Yunanistan’a, olası bir komünizm tehlikesine karşı, komünizmle mücadele amaçlı yardımı, bu süreç için önemli bir dönüm noktasıydı. Bu amaçla ilk iktisadi açık ve arkasından gelecek olan ikinci bir kapitülasyon sürecine benzer ekonomik bağlılığın ilk sinyalleri verilmişti. Bu aşamada gerek Stalin önderliğindeki SSCB, gerekse 2. Paylaşım Savaşı sonrası dünyayı şekillendirmeye ant içmiş olan ABD ve İngiltere’nin amaçları, sürece giden yolda önemli etkenler olmuştur. Avrupa’daki ülkelerin birer birer sosyalizmi benimsemesi karşısında, coğrafik ve politik önemi bulunan iki ülke; Türkiye ve Yunanistan, ABD için cazibe merkezi haline gelmişti. Türkiye 2. Paylaşım Savaşı’na katılmasa da ekonomik yönden etkilenmiş, Yunanistan’da ise zayıf merkezi hükümet ile komünist gerillalar arasında savaş baş göstermişti. Artık ABD’nin duruma müdahale etme zamanı gelmişti ve  ne yazık ki İnönü önderliğindeki Türkiye, Truman Doktrini ile kendisinden sonra Menderes sayesinde tepe noktasına ulaşacak olan bir sürecin ilk adımlarını da atmış oluyordu.
Nihat Erim’in Ulus gazetesindeki yazısı aslında durumu en iyi şekilde özetliyordu:
Şimdi Truman’ın ağzından dünyanın en kuvvetli cumhuriyetinin bizim yanımızda yer aldığını öğrenmiş bulunuyoruz. Bu vaziyet alış bizim için sürpriz olmamıştır.”
 truman
(Truman Doktrini kapsamında Türkiye’ye verilen yardımlar.)
Sonrasında gelişen olaylar ise daha vahimdir. CHP iktidarı, “fomünizm tehlikesi” üzerine verilen bu yardıma karşılık, ülkede bir komünist avı başlatır. Zaten kendilerini gizlemeye bile gerek duymayan bir avuç sosyalist ve komünist için zor günler bu kararla başlamıştır. 4 Aralık 1945’te, iktidardaki CHP’nin gençleri Tan Gazetesi’ni, ABC ve Yeni Dünya kitapevlerini basar, matbaa makinelerini yerle bir eder. Bu “av mevsiminin” toplumun aydınlık yüzü olan üniversite ve öğretim elemanlarına uğraması şaşırtıcı olamazdı. Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi öğretim üyeleri başta olmak üzere, birçok akademisyen açığa alınır. Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Adnan Cemgil ve Niyazi Berkes bu doğrultuda görevlerinden uzaklaştırılır. Artık iktidar küçük bir yardım için kendi evlatlarına kıymaya başlamıştır.
Truman doktrini ile açılan yarık, Marshall planı ile biraz daha açılacak ve ekonomik bağımsızlığa elveda denilen bu yolda bir adım daha atılmış olacaktı.  2. Dünya Savaşı sonrası ekonomik çalkantılarla kötü günler geçiren Avrupa ülkelerini şekillendirmek isteyen ABD, aslında bu yardım planına Türkiye’yi dahil etmemişti. Ancak Türk hükümeti buna çok üzülmüş olacak ki, kendi başvurusunu kendi yaparak yardım isteğinde bulundu!
Bu sırada Türkiye’den Washington’a rapor gönderen ABD büyükelçiliği, Türkiye’nin askeri gücü ve iç düzeni bakımından önemini Amerikan idarecilerine (darbecilerine) iyi anlatmış olacak ki, karar değiştiren ABD, daha Avrupa İktisadi İşbirliği Antlaşması imzalanmadan Türkiye’yi Marshall Planı içine almaya karar verdi ve 4 Temmuz 1948 tarihinde ABD ile Ekonomik İşbirliği Anlaşması imzalandı.
Tüm bu olanlar aslında şaşırtıcı değildi. Tabii ki sonrasında gelecek olanlar da! CHP, özellikle tek parti döneminin sonlarına doğru, propagandasında dinsel vurguya karşı liberalizmi öylesine öne çıkarmıştı ki, nerdeyse Atatürk devrimleri yeniden yorumlanıyordu. Bu vurgu, Demokrat Parti (DP) ve öteki muhaliflerin İslamcılık sesine karşı bir anlayışı temsil ediyordu sözüm ona. Yükselen İslamcılık vurgusunun karşısında liberal laiklik! Peki çözülmenin, irade kaybının başlangıcı olan bu liberal laiklik neydi, neler yapıyordu?
  • Daha önceki dönemlerde devletin okullarından kaldırılmış olan din dersleri, 1946’da gerçekleştirilen 7. CHP Kurultayı’nda teklif edilen ve kabul gören bir anlayışla 1948 -1949 ders yılından başlayarak ilkokulların 4. ve 5. sınıflarında, öğrenci velilerinin isteğine bağlı olarak, program dışı okutulmaya başlandı.
  • Aynı yıl Milli Eğitim Bakanlığı, imam ve hatip yetiştirilmesi için 10 aylık kurslar açtı.
  • Devletin diğer organları da bu çözülmeye ortak olarak, Hacca gideceklere (savaş sonrası ekonomiyi göz önünde bulundurun) döviz izni vererek, umudu kırık seçmeni etkilemeyi denedi.
  • Topraksız köylüye yönelik 1945 tarihli Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu, zaten hiçbir zaman uygulamaya geçilmemesine rağmen, 22 Mart 1950 gün ve 5618 sayılı yasayla CHP tarafından yürürlükten kaldırıldı.
  • 1950 seçimlerine sadece iki ay kala, 1925 yılında büyük gürültülerle (yüzlerce insan idam edilerek) çıkarılmış olan tekke-Zzaviye ve türbelerin kapatılmasına dair kanunun 1. maddesi değiştirilerek, Milli Eğitim Bakanlığı’nın öngördüğü, 19 türbe halka açıldı (!)
turbe
Eğitim ile türbelerin, dinin ne gibi bir ilişki içinde olacağını o güne kadar anlamayanlar, bugün içinde bulunduğumuz dönemi, cemaat-biat kültürünü ve okullarıyla, yurtlarıyla, binlerce vakıf ve dernekleri ile Türkiye’nin, Cumhuriyet’in tasfiyesine girişmiş yapılanmayı yıllar sonra anlayacak ve tadacaktı.
Demokrat Parti dönemi
Tüm bunlar olurken bir yandan da çok partili sisteme geçiş sancıları sürmekteydi. Demokrasinin olmazsa olmazı çoğulculuk ve çok partili hayata geçişin ilk sinyalleri, Türkiye’de, CHP dışında başka siyasal partilerin de gerektiği yolundaki ilk ciddi açıklama, ne hikmetse Birleşmiş Milletler Örgütünün kuruluşu için San Fransisco’da bulunan Türk heyetinden gelmiştir(!) San Fransisco’daki Türk temsilciler artık Türkiye’de demokrasinin kurulacağını açıklamışlardır.
Sonrası malum. DP  iktidarı geldi. Zaten kendinden ve devrimlerinden taviz vermiş ve yanlış bir yol izlemiş CHP’nin ardından iktidara gelen DP; kafası karışık, bir çıkış yolu arayan, yoksul ve toprağa bağlı halkı “din sömürüsü” ile etkilemekte pek fazla zorlanmadı. İlk adımları İnönü zamanında atılmış revizyonları bu sefer bunlara dört elle sarılmış bir hükümet uygulamaktaydı.
  •  ABD ile imzalanan ikili anlaşmaların -ne hikmetse- 1 yıl sonrasında Kore Savaşı patlak vermişti. 2. Paylaşım Savaşı sonrası iki güç elinde şekillenmeye başlayan dünyanın, “Soğuk Savaş” olarak nitelendirdiğimiz aşaması artık resmen başlamıştır. İşin enteresan yanı NATO’ya üye olmadığımız halde, birilerine yaranmak için(!) 4500 askerimiz Kore Savaşı’na gönderilir. 700 küsur ölü, 2000’in üzerinde yaralı verilir. Mükâfat ise NATO asil üyeliğine kabul edilmek olur(!) (Dünün okyanus ötesi sevdalıları NATO’ya böyle destek verirken, günümüzdekiler ise “Ne işi var NATO’nun Libya’da” demesinden hemen sonra meclisten yetki çıkarıp Libya’ya, NATO kuvvetleri ile asker gönderiyor).
  • l954 yılında imzalanan “Askeri Kolaylıklar Anlaşması” ile ABD artık Türkiye’de fiili bir güç durumundadır. Bu anlaşmaya göre Türkiye topraklarının, Amerika tarafından, barışta ve savaşta kullanılması için her türlü kolaylık sağlanacaktır. Yani Türkiye toprakları üzerinde üs, tesis, çeşitli mevziler açılması, buralara Amerikan askeri ve sivil personelinin yerleştirilmesi, kendi güvenlikleri için gerekli tedbirlerini almaları gibi kolaylıklar sağlanmaktadır. Yine buraların işleyişi ise tamamen Amerika tarafından belirlenmektedir. Bu üsler içerisinde müşterek kullanılması gerekenler de vardır. Ama buradaki Türk askerleri kendilerini başka bir ülkede gibi sanırlar. ABD ile yapılan anlaşmaların ardından Kurtuluş Savaşı’nın “milli” ordusu, ABD ordusuna benzetilmeye çalışılırken; geri teknoloji ve eski silahlarla ordu donatılmaya, personel ve işleyişte aynen uygulanmaya başlanır. Hatta “Küçük Amerika” olma hayalleri askerleri de sararken Yankee orduları “kardeş ordu” olup çıkmıştır.
    Böylece sonu olmayan bir uşaklığın köşe taşları işte böyle döşenmeye başlandı.
kore
  • Truman doktrini ile emeklemeye başlayan, Marshall Planı ile yürümeye kalkan dış borçlanma DP iktidarında şahlanmış, artık sahneye IMF çıkmıştır. Yabancı Sermaye Kanunu, Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu ve Petrol Kanunu birbiri ardına çıkarılırken, bir yandan da borçlanma tam gaz ilerlemektedir. Bu konu ile ilgili en “çıplak” ifadeyi ünlü Amerikan tekeli Rockefeller’in patronu olan Nelson A. Rockefeller, dönemin ABD Başkanı Eisenhower’e 1956 yılında yazdığı o tarihi mektubunda şöyle anlatıyor: “Birinci gruba; bizimle dost olan ve bize uzun süreli, sağlam askeri paktlarla bağlanmış olan anti-komünist hükümetlerin iktidarda olduğu ülkeler girer. Bu ülkelere yapılacak yardımlar ve açılacak krediler öncelikle askeri nitelikte olmalıdır. OLTAYA YAKALANMIŞ BALIĞIN YEME İHTİYACI YOKTUR.”
  • Artık ‘Sol’un kökünün kazınma vakti de gelmiştir. Seri tutuklamalarla yüzünü aydınlığa çevirmiş kim varsa tutuklanmaya başlanır. Bu arada milliyetçiler, Komünizmle Mücadele Dernekleri ve benzeri örgütlenmeleri ABD fonları ile kuracak, ABD’ye minnet borçlarını ise ABD bayrağı önünde poz vererek ödeyeceklerdir. (Bu arada bu komünizm ile mücadele derneklerinin Erzurum ayağında, o dönem basit bir vaiz olan adam kimdi sizce? Rabbime sordum: Fethullah Gülen dedi(!))
  • Dini siyasete alet etmek bu dönemde DP iktidarının en sık başvurduğu yöntem olacaktır. Bir yandan “Siz isterseniz Hilafet’i bile geri getirebilirsiniz” derken, bir yandan Said-i Nursi’ye selamlar gönderilir. Din dersleri önce seçmeli, sonra zorunlu derslere dönüştürülür.
  • “Vatan Cephesi” denen bir sivil halk örgütlenmesi kurularak, toplumu DP iktidarından yana olanlar ve olmayanlar gibi bir fişleme yoluna gidilir. Bu cepheye destek verenlerin isimlerinin tümü radyolarda okunur. Sanki bu cephede olmayanların Vatan’dan yana olmadığı kanısı topluma aşılanır.
  • 1951’de 7 ilde İmam Hatip okulları açılıverir. Bu okulların yapımı ve öğrencilere burs sağlanması İlim Yayma Cemiyeti’nce karşılandığından, bu tür okulların sayısı rüzgar hızıyla arttırılır. 1959’da da bu okullara öğretim üyesi yetiştirmek üzere 4 yıllık Yüksek İslam Enstitüleri açılır.
  • Yüz akımız Köy Enstitüleri 1954’te resmen kapatılır. (Köy Enstitüleri CHP iktidarında işlevsizleştirilmiş, kapıya kilit vurmak DP’ye düşmüştür!)
  • Ezan, 18 yıl sonra yeniden Arapça okunmaya başlanır.
koyenstitusu
Peki tüm bu olanların karşısında gençlik ne durumdaydı? Gençlik hareketi nasıl bir seyir izlemişti?
60’ların Hürriyet Gençliği: 68 kuşağının ilk kıvılcımları
Bu uzun girişi yapmak zorundaydım, çünkü her isyan kendini oluşturan nedenlerin bir birikimi sonucu oluşmaktadır. Etki karşısında tepki doğmaktadır.
Yavaş yavaş 60’lı yılların Hürriyet şehidi gençlerinin nasıl ortaya çıktığına dair devam edersek; ilk temas 23 Ocak 1956’da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Fikir Kulübü’nün düzenlediği, “Demokraside Parlamento Hakimi Mutlak Değildir” konulu bir toplantıda olmuştur. Dönemin Başbakanı Adnan Menderes ise, üniversitelerin canına ot tıkayacağını söyleyerek, bu hareketlenmeye karşı tavrını çok net bir şekilde ortaya koyar. Gençlik ve iktidarı karşı karşıya getiren ilk eylem olarak tarihe geçen bu canına ot tıkama tehditleri, genç çevrede büyük tepkilere yol açar. (Erdoğan’ın da öğrencileri açıktan tehdit ettiği bu günlere ve AKP faşizminin geldiği noktaya ne kadar benziyor değil mi? Her defasında kendilerini Menderes’in takipçileri ilan etmelerine şaşırmamak gerek).
Her geçen gün, ülkede DP faşizmi, ayak seslerini biraz daha duyurmaya başlamıştır artık. Olayların çığırından çıktığı nokta ise Tahkikat (İnceleme) Komisyonu adı altındaki baskıcı uygulamanın yürürlüğe konulması olmuştur. Bu komisyon tam yetkiyle donanmış olacaktır (Günümüzün iktidar tarafından özel yetkilerle donatılmış savcılarına bin selam olsun!) ve çalışmalarını yayınlamak zorunda değildir. Yani bu komisyon olağanüstü yetkileriyle bir giyotin gibi Meclisin üstünde kara bir gölge gibi duracaktır.
hurriyetgenc
Bu olaylar ülkeyi özellikle üniversiteli gençliği kaynama noktasına getirmiştir. Artık öğrenci dernekleri yaptıkları toplantılarla tepkilerini dile getirmeye, baskıcı ve diktatörlüğü andıran gidişattan memnun olmadıklarını bildirmeye başlamışlardır. Çok geçmez, 27 Nisan 1960’ta eş zamanlı iki siyasi hareket, uzun zamandır beklenen kıvılcımı tutuşturuvermiştir.
Tahkikat Komisyonu’nun olağanüstü yetkilerine dayanarak her geçen gün artan baskısı, artık üniversiteleri ve gençliği de vurmaktadır. Sesi çıkmayan bir toplum içinde 3 maymunu oynamayacak kadar gerçekçi ve tüm olanlara sessiz kalmayacak kadar cesur olan tek bir kesim vardır artık, o da gençlik.
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğrenci Derneği’nin Beyazıt Beyaz Saray toplantı salonunda düzenlediği öğrenci kongresi polisler tarafından basılır ve öğrencilerin coplanması son damlayı da taşırmış, ertesi gün tüm yurtlarda ve eğitim kurumlarında büyük bir miting yapılacağı duyurulur. 28 Nisan 1960 gününün sabahı, Hukuk Fakültesi öğrencisi olan Nuri Yazıcı’nın  tarihe geçen o sözleri ile direniş başlamıştı: “Hukukun bittiği yerde hukuk okunmaz.”
Binlerce öğrenci üniversitenin bahçesinde toplanarak yürüyüşe geçtiğinde “Hürriyet” sloganları İstanbul’u inletmektedir. Artık çanlar DP iktidarı için çalıyor, bir gençliğin uyanması İstanbul sokaklarında sergileniyordu. İktidarın sert müdahalesi gecikmedi. Eli tabancalı polisler hukuk profesörü rektör Sıddık Sami Onar’ı tartaklayıp yerlerde sürüklerler. Tepki gösteren öğrencilerin üstüne gaz bombaları atılır. Ama çevik öğrenciler, gaz bombaları henüz patlamadan aynı bombaları polislere geri gönderirler.
turanemeksiz
Ardından atlı polislerin gençlere açıktan saldırıları başlar. İşte tam da bu sırada Malatya doğumlu, Orman Fakültesi öğrencisi, henüz 20 yaşında bir genç olan Turan Emeksiz polisin kurşunlarına hedef olarak, oracığa yığılıp kalır. Cumhuriyet tarihinin ilk öğrenci şehididir Turan Emeksiz ve hep 20 yaşında kalmıştır kalbimizde. Onun ardından onlarca yaralı genç serilir yerlere. Hukuk Fakültesi öğrencileri; Cengiz Ballıkaya, Kenan Özten, Hüseyin Onur, Tıp Fakültesi’nden Mevlüt Kurtoğlu, İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nden Hüseyin Irmak ağır yaralanırlar. Sol kasığından giren kurşun damarını patlatmıştır Hüseyin Onur’un. Onu, sol bacağını dibinden keserek kurtarabilirler ancak. Kenan Özten’in bacakları tank paletinin altında kalarak parçalanmıştır. Polisler vurdukça öğrencilerden çıkan tek ses: “Hürriyet’tir.”
İstanbul olayları 29 Nisan 1960 günü Ankara’ya sıçrar. Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencileri zulme ve diktatörlüğe karşı başkaldırırlar. Bu tepkiye karşılık fakülte binası polislerce kurşunlanır. Olaylar dur duraksız sürerken, gerilim DP hükümetini belki de ilk kez huzursuz eder. 30 Nisan 1960’da İstanbul Sultanahmet’te çıkan olaylarda İstanbul Lisesi öğrencisi Nedim Özpolat da öldürülür. Aynı gün DP hükümeti Ankara ve İstanbul’da sıkıyönetim ilan eder.
29nisan1960
Artık ok yaydan çıkmış, 27 Mayıs’a adım adım yaklaşılırken, DP destekçileri de Ankara’da bir miting düzenlemişlerdir. Buna karşılık olarak gençler misilleme yapmak için, 555K (5’inci ayın 5’inci günü, saat 5’te, Kızılay’da) adında bir miting düzenlerler. Tüm bunların yarattığı huzursuzluk karşısında 19 Mayıs gösterilerinin yasaklandığının açıklanması, ordu ile hükümet arasını iyice germiş, 22 Mayıs’ta sıkıyönetim komutanlığının 5 kişinin bir arada gezmesini dahi yasaklaması, artık 27 Mayıs’ın ayak seslerini halka duyurmaktaydı.
Sonrası malum; 27 Mayıs askeri darbesi, 3 kişinin asılması ve 68 gençliğinin de doğmasında büyük rol oynayacak 61 Anayasası’nın kabulü…
Buradan da anlaşıldığı üzere, 68 gençliğinin devrim şehitlerine giden süreç bir anda ortaya çıkmadı. 68 kuşağına giden yol, 60’ların “Hürriyet” şehidi gençliğinden ve bu yolda dökülen ilk kanın sahibi Turan Emeksiz ve yoldaşlarından geçmektedir. (Not: Turan Emeksiz ve 28 Nisan olaylarında ölen 5 kişi daha sonra resmi törenle Anıtkabir’e, Atatürk’ün yanına gömülmüştür. 28 yıl sonra, 1988’de ise mezarları Anıtkabir’den alınacaktır. Asıl amaç 12 Eylül’ün 27 Mayıs’tan intikamıdır. Yani bir askeri operasyon sonrası oraya gömülen gençler, başka bir operasyon ile oradan koparılacaktır. Ne de olsa devletin artık onlarla işi bitmiştir(!))
Hürriyet şehitlerinden doğan ateş: 68’lerin devrim gençliği
Görüldüğü gibi, 68 gençliği yıllar süren baskı, zulüm ve akıtılan kanların bir birikimi olarak devrimci bir direniş haline, etkiye karşı tepki olarak doğmuştur. Dünyaya da baktığımızda durumun pek farklı olmadığını, Türkiye’deki gençlerin de bu olaylardan etkilenerek hareket ettiklerini görüyoruz. Ayrıca 61 anayasasının getirmiş olduğu özgürlükçü haklar bu oluşumun şekillenmesinde önemli bir etken olmuştur.
Fikirsel anlamda dünya literatüründen etkilenen 68 gençliğinin pratikteki ilk eylemleri ise üniversitelerdeki sınav yönetmelikleri, öğretim elemanlarının ve eğitimin kalitesi, kantinlerin işleyişi, öğrencilerin üniversite yönetiminde rol oynamaması gibi konulara karşı olarak doğmuştur. Bu bağlamda en etken kurumlar ise Fikir Kulüpleri ve Öğrenci Dernekleri olmuştur. Kendisi de 68 kuşağının tanıklarından olan Gökalp Eren’e bir söyleşi sırasında, o dönemin gençlerinin mitingler ve afişler için gerekli olan gelirleri nasıl elde ettiğini sorduğumuzda, bize ilk olarak bu bahsettiğimiz iki kurumdan söz etmişti. Fikir Kulüpleri ve Öğrenci Derneklerinin avantajlarını ve gelir kaynaklarını anlattığında hepimiz şaşkınlığa uğramıştık. Şimdi bu konuya kısaca değinelim.
O dönemde öğrenci derneklerinin yönetimini elinde tutmak, bazı cazibelere daha kolay ulaşmak demekti. Öğrenci derneklerinin belli ücret karşılığında öğrencilere verdiği, şebeke denilen kimliklerle, belediye otobüslerinde ve sinemalarda öğrenci indiriminden yararlanılıyordu. Bazı öğrenci gezileri ve spor yarışmaları düzenlemek, korolar kurmak, geleneksel hale getirilmiş bazı gün ve gecelerde çeşitli eğlence programları düzenlemek gibi çalışmalar, öğrenci derneklerinin gelir getirici uğraşı alanıydı. Ayrıca fakültelerin sağladığı fondan yoksul öğrencilere yemek çıkarma organizasyonu ve kantin gelirlerinin bir kısmı  da öğrenci derneklerine bırakılmıştı.
devgenc64
Harekete geçen devrimci öğrenciler, 1965’ten sonra, öğrenim gördükleri kurumların öğrenci derneklerine el attılar öncelikle. Bu oluşumları ideolojisi ve düşünsel zemini olan birliklere dönüştürmeye başladılar. Öğrencilerin böylece kendi öğrenim sorunlarının yanı sıra, yurt ve dünya sorunlarıyla da ilgilenmelerini sağladılar. Öğrenci derneklerinin seçimlerini kazanarak, derneğin elindeki avantajları ellerine geçirdiler. Kantinleri, yemekhaneleri ya da üniversitedeki değişik birimleri, kolektif anlayışla tüm öğrencilerin yararlanabileceği bir biçimde yönetmeye başladılar. Bir bakıma hayalini kurdukları düzeni kendi üniversitelerinde başlattılar. Tabii ki bu filizlenme bazı kesimleri rahatsız etmiş, öğrenciler çeşitli sebeplerle okullarından uzaklaştırılmaya ve atılmaya başlanmıştı. Bu noktada ise boykotlar baş gösterdi. Bu denli büyük bir direnişi beklemeyenler geri adım atmak zorunda kaldı(!).
Tüm bu gençlik hareketlerinin filizlendiği bir ortamda alınan en verimli meyve, kuşkusuz Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu, yani Dev-Genç’tir. Bu süreç içinde Türkiye İşçi Partisi (TİP) kurulmuş, öğrenci örgütleri içinde aktif olarak çalışmaya başlamıştır. Ankara Üniversitesi’ndeki devrimci gençler, kendi içindeki örgütleri “Fikir Kulüpleri” olarak birleştirmiş, daha sonra da 5 üniversitenin fikir kulüpleri birleşerek “Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF)” adı altında toplanmıştır. Son olarak adını Dev-Genç olarak belirleyen örgüt, artık Türkiye tarihine damga vurmaya hazırdır.
Herkese eşit hak ve adaletin dağıtıldığı bir Türkiye için yola çıkan bu gençlik birçok eyleme, ses getiren gösterilere imza attı. Bunlardan bazılarına kısaca bakacak olursak;
68 kuşağı üniversitelere sığmıyor, dünya ve Türkiye konularına eğiliyor, politik önermelerde ve isteklerde bulunuyordu. Bu bağlamda ilk ve düzenli kitlesel eylemlerden biri de Kıbrıs Mitingleri idi. Kıbrıs’taki olaylara sessiz kalan BM ve iktidar, 22 Kasım 1967’de protesto edildi.
Dev-Genç, önemli bir başka eylemini Ankara’da 29 Nisan 1968 günü Ankara Zafer Meydanı’nda gerçekleştirdi. Sosyalist ve ilerici kuvvetler, omuz omuza vererek, büyük bir kitlesel miting yaptılar. Eyleme FKF önderlik etti.
68 kuşağı aynı zamanda 1961 yılından başlayarak her 28-29 Nisan tarihlerinde, kendilerini oluşturan çekirdek etmenlerin başında gelen, 60’ların gençlik mücadelesinde hayatını kaybeden “Hürriyet şehitlerini” anma etkinlikleri düzenliyor, toplanıp Turan Emeksiz ve diğer gençler için çelenk koyma, saygı duruşunda bulunma ve geceli-gündüzlü nöbet tutma eylemlerinde bulunuyordu.
genclikilkeylemler
Kıbrıs gibi meselelere sessiz kalmayan gençlik, “Yerli Malı Haftası” gibi etkinliklere de kayıtsız kalmıyordu. Emperyalizmin pazar aracı olan yabancı şirketlerin malları boykot ediliyor, Pepsi, Coca-cola gibi markaların afişleri sokaklarda indiriliyordu. Vatandaşa yerli malı kullanımının ülkenin çıkarlarına yönelik olduğu bilinci aşılanmaya çalışılıyordu.
ABD’nin yarı sömürgesi olduğumuzu her alanda belirten gençliğin hassas olduğu bir başka konu da, emperyalizmin kolluk kuvvetleri olarak gördükleri NATO idi. Gençlik NATO ve ona ait üsleri ve tesisleri protesto ederek, bu kurumların derhal işlevlerine son verilmesini ve NATO’dan çıkmak gerektiğini savunmuştur. Hatta bu amaçla 14–19 Mayıs tarihleri arası NATO’ya Hayır Haftası olarak ilan edilmiş, “NATO, emperyalizmin sömürge aracıdır” sloganını yaymak amacıyla işçi bölgelerine gidilmiş, sömürünün kaynağının NATO olduğu buradaki işçilere anlatılmaya çalışılmıştır.
9
Dönemin aslında en önemli ve üzerinde durulması gereken eylemleri ise üniversite öğrencileri tarafından gerçekleştirilen işgallerdir. Çünkü gençlik eylemleri bu işgallerle doruk noktasına ulaşmıştır. Yüksek öğrenim gençliği içerisinde daha önceki yıllarda da birçok eylem meydana gelmesine rağmen, hiçbiri 1968 yılındaki üniversite işgalleri kadar ses getirmemiştir. Bunun temel nedeni ise; 1968 yılı itibari ile yüksek öğrenim gençliğinin artık sadece eğitimde bazı değişiklikler ve reformlarla oyalanamayacağının, ilköğretimden yükseköğrenime kadar eğitimde devrim istediğinin ortaya çıkmış olmasıdır. Türkiye tarihinin en kitlesel ve en etkili öğrenci eylemlerini içeren demokratik üniversite hareketi, 10 Haziran 1968 günü Ankara’da DTCF, Hukuk ve arkasından Fen Fakültelerinin işgaliyle başladı. İki gün sonra, 12 Haziran günü, öğrenciler İstanbul Üniversitesi ve Teknik Üniversite’nin neredeyse bütün fakültelerini işgal ettiler. O iki hafta süresince, gençlik kitlesi içinde sosyalizm saflarına geçişler hızlandı. Büyük devrimci eylemlerin kitlelerin bilincinde nasıl büyük sıçramalar yarattığına tanık olundu adeta…
hukukisgali
68 kuşağı eylemlerinin en unutulmazlarından biri de kuşkusuz 6. Filo eylemleridir. Artık küçük Amerika olmak yolunda hızla ilerleyen Türkiye’yi emperyalist işgal başlamış, 6. Filo ise bunun sadece küçük bir ayağını oluşturmuştur. Ancak 6. Filoya karşı oluşacak direnç hiç küçük olmayacaktı.
6. Filoya karşı ilk eylemlerden biri 1967 yılında, filo komutanın Taksim’deki Atatürk anıtına bıraktığı çelengin yakılması ile başlamış, yürüyüşe geçen gençlerin ABD bayrağını indirmeye yönelmesi ile devam etmiştir. Filonun İstanbul’a asker çıkaracağını öğrenen gençlik oturma eylemlerine başlar ve şehre ABD askerlerini sokmaz. Öyle ki filo komutanı planı dahilinde bulunan gezilere, karaya inemediği için gemiden kalkan helikopter ile gidebilmiştir. Sonuç olarak eylemler meyvesini vermiş, 6. Filo Türkiye’yi terk etmiştir.
6filo
1968 yılında ise 6. Filonun tekrar İstanbul’a gelmesi, sadece gençliğin değil, tüm halkın protestosuna maruz kalmıştır. Ancak aylar öncesinde yaşadıklarını bir daha yaşamak istemeyen Amerikalılar hükümeti uyarmış(!) olacak ki, protestolar henüz başlamadan çok sert önlemler ile baltalanmaya çalışılmıştır. Gençlik, asker ve polis ile susturulmaya başlatılmıştır.
En trajedik olay ise İstanbul Teknik Üniversitesi Öğrenci Yurdu’nda yaşanmıştır. Yurdu basan polis, 6. Filoyu istemiyoruz diye haykıran gençlere müdahale etmiş, çıkan olaylarda Vedat Demircioğlu penceren aşağı atılarak öldürülmüştür. Bunun üzerine olaylar daha da alevlenir. Ankaralı gençler, Amerikan Haber Alma Merkezi’ne, Pan Amerikan Havayolları’na, Amerikan Kültür Merkezi’ne ve sadece Amerikalılara kendi ürünlerini gümrüksüz getirip satan Tuslog binalarına saldırırlar. Öte yandan Trabzon’daki gençler de Amerikan radar üssüne hücum ederler. 6. Filonun  İzmir Limanı’na girmesi üzerine, İzmirli yurtsever gençler de sokaklara dökülürler. Artık ok yaydan çıkmış, ABD askerleri görüldükleri her yerde saldırıya uğramakta ve denize dökülmektedir. Bu öyle bir uyanış, öyle bir direniştir ki, İstanbul, İzmir gibi illerde bulunan genelevleri ziyaret(!) etmeye gelen ABD askerleri, genelev kadınlarının saldırısına uğramışlardır. Gençler bu durumu iyi kullanmış, ABD askerlerinin sadece cinsel istekleri için karaya ayak bastıklarını halka anlatmış, halkta büyük nefret uyandırmıştır.
6filoaskerlerivedatdemircioglu
6. Filo eylemlerinden bir başkası ise gençlerin, 16 Şubat 1969’da, 6. Filo’yu protesto etmek için Beyazıt’ta on binlerce kişilik “Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü” düzenlemesidir.  Camilerde toplanan gericiler, bu mitinge saldırıp iki kişiyi öldürdükleri için, “Kanlı Pazar” denilen bu eylemin bütün yurtta gericiliğe karşı kamuoyu oluşumunda büyük bir etkisi olmuştur.
Bu olayda Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan adlı biri mühendis, diğeri öğrenci olan iki genç bıçaklanarak öldürülmüştür. Yaklaşık yüz kişi de yaralanmıştır. Ertesi gün Günaydın gazetesinde Ali Turgut Aytaç’ın bıçaklandığı anın fotoğrafı yayınlandı ve o sırada yanında duran polisin hiçbir müdahalede bulunmadığı görülüyordu.
islamcilarabd
Bu noktada gözden kaçmasını istemediğim iki ayrıntıya dikkat çekmek isterim. Kanlı Pazar’dan çok kısa bir süre önce Bugün gazetesinde Mehmet Şevki Eygi imzalı şöyle bir yazı yayınlanmıştı:
Büyük fırtına patlamak üzeredir, Müslümanlar ile kızıl kafirler arasında topyekün savaş kaçınılmaz hale gelmiştir. Müslüman kardeşim, sen bu savaşta bitaraf(tarafsız) kalamazsın. Ben namazımı kılar, tespihimi çekerim. Etliye, sütlüye karışmam deyip de kendine zulüm edenlerden olma, gözünü aç, bak!.. Onlarda taş, sopa, demir, Molotof kokteyli mi var? Biz de aynı silahları kullanmaktan aciz değiliz(!) Cihat eden zelil olmaz. Sağ kalırsa gazi olur, canını verirse şehitlik şerefini kazanır.”
aliturgutaytac
Komünizmle Mücadele Dernekleri Genel Başkanı İlhan Darandelioğlu ise, Milli Türk Talebe Birliği’nin Cağaloğlu’ndaki merkezinde şöyle bir konuşma yapar:
Pazar günü komünistler miting yapacak, biz bu mitingde savaşacağız. Silahı olan silahıyla, olmayan baltasıyla gelsin.”
6. Filo eylemleri hakkında son sözlerimi söylerken şuna da değinmeden geçemeyeceğim. Yukarda anlattığımız gibi can vererek, kan vererek ülkenin sömürücü emperyalistler tarafından kuşatılmasını protesto edenler varken, bir kısım kendini “Milliyetçi ve Muhafazakar” ilan edenler ne yapıyordu dersiniz? Evet, kendileri devrimci gençlere saldırıp, 6. Filoyu kıble belleyip, karşısında namaz kılıyordu(!)
abdkible
Bu dönemin bir diğer ses getiren eylemi ise kuşkusuz Samsun’dan Ankara’ya “Mustafa Kemal Yürüyüşü” olmuştur. 68 gençliği fırsat buldukları her alanda, kendi değimleriyle, “2. Kuva-i Milliyeciler” olarak “2. Kurtuluş savaşını” verdiklerini söylüyorlardı. Bu bağlamda, 30 Ekim-10 Kasım tarihleri arasında Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının düzenlediği yürüyüş için gençlerin dağıttığı bildiride şunlar yazmaktaydı:
Büyük Türk Milleti! Atatürk için toplanalım!
Mustafa Kemal’in milli kurtuluş idealini yaşatmak için, Mustafa Kemal Devrimine saldıran karanlık güçlere dur demek için, Milletçe yabancı uşaklığına düşmekten kurtulmak için, Tam Bağımsız, Gerçekten Demokratik Türkiye için, Gazi Mustafa Kemal’in milli kurtuluşçu saflarında toplanalım!”
mkemalyuruyus
Dönemin halk tarafından büyük ilgi çeken ve ses getiren bir başka aktivitesi ise sokak tiyatroları idi. Gençler, sanatı en büyük eleştiri ve örgütlenme aracı olarak görüp, bu şekilde halka daha iyi bir biçimde anlatmak istediklerini sunuyorlardı. Bu etkinliklere Devrim İçin Hareket Tiyatrosu diyorlardı. Eylül 1968’de başlayan bu uygulama öylesine etkili olmuştur ki, 12 Mart 1971 Askeri Muhtırasına kadar, sokaklarda, miting alanları ya da grevlerde yaklaşık 360 değişik oyun oynanmıştır.
Bu oyunlardan örnek verecek olursak, belki de en çok ses getirenlerinden biri “Köprü” oyunu idi. 1968 yılında bir grup genç üniversiteli, İstanbul Boğazı’na yapılacak olan Boğaz Köprüsü projesine karşı çıkarak, Hakkari’de, Zap Irmağı üzerine “Devrimci Gençlik Köprüsü’’ adı altında bir asma köprü kurulması için kampanya başlatırlar. Amaç, ülkemizin her yanının bizim olduğunu hatırlatmak ve bölgesel milliyetçiliğe karşı olmaktır. Gençler Zap’a, iktidar Boğaz’a köprüleri oturtur. Ancak yıllar sonra, 1999’da ne hikmetse gençlerin yaptığı köprü kimliği belirsiz kişilerce havaya uçurulur(!). ( Devrimci Gençlik Köprüsü projesini yaşatmak isteyen örgütler 2010 Ekim ayında bir törenle köprüyü yeniden kullanıma açarlar ancak saldırılar bundan sonra da durmaz. Şimdiye kadar her saldırıdan sonra köprü, devrimci dayanışma ruhunu yaşatanlar tarafından her defasında onarılmıştır.)
zapsuyu
Sonra tekrar işgal mevsimi başlar. 1969’da İÜ rektörlük binası işgali, AÜ Siyasal Fakültesi işgali, ODTÜ işgali ve en ünlü işgallerden biri olan İÜ Hukuk Fakültesi işgali baş gösterir. Kısa bir zaman sonra gençlik bir şehit daha verir toprağa. Bu kez ODTÜ’lü Taylan Özgür, İÜTB kongresi sırasında çıkarılan bir provokasyon sonucu, Beyazıt’ta bir polis tarafından vurularak öldürülür.
odtutaylan
Tüm bu olup bitenlerin sırasında Türkiye, birçok ABD’li diplomat ve yöneticilerin sıkça ziyaret ettikleri uğrak bir yer olmuştu. Ancak bunlardan birinin yeri diğerlerinden farklı idi. ABD’nin Vietnam’da verdiği sömürü savaşının aktörlerinden, nam-ı değer “Vietnam Kasabı” Robert W. Kommer  Türkiye’ye atanmış ve ODTÜ rektörünü ziyarete gelmişti. Bunu duyan gençler hemen harekete geçti. ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü Bülteni’nde şu açıklama yapıldı:
“Vietnam halkının Hanço (kasap) ünvanını verdiği casus-elçi Türkiye’ye neden geliyor? Türk gençliği 1930 yılında Alman casusluk teşkilatı üyesi Von Pappen’in Türkiye büyükelçiliğini Mustafa Kemal’in reddettiğini hatırlıyor. Diyor ki, biz Mustafa Kemal gençliği olarak böyle bir adamın Türkiye’de elçilik yapmasını sakıncalı buluyoruz.”
Buna rağmen ODTÜ’ye ayak basan Kommer’i gençler rahat bırakmayacaktı. Kommer’in Cadillac marka arabası fakülte önünde ters çevrilerek yakıldı. Gençler, Kommer’in ayak basması ile karanlığa bürünen okullarını, yine onun arabası ile aydınlatmışlardı adeta. Ve bir açıklama yapıldı: “Bu yanan araba 2.Kurtuluş savaşımızın ilk kıvılcımıdır.”

commeraraba
Dönemin gençlerinin Vietnam gibi üzerinde durduğu bir başka konu ise Filistin sorunu idi. Filistin Kurtuluş Örgütü’nden oldukça etkilenmişlerdir. Örneğin, 1970 yılı Kasım ayında Ürdün Krallığı’nın yoksul Filistin’e saldırması Türkiyeli gençlerin büyük tepkisine yol açar. Ankara’daki Ürdün elçiliğini basan gençler, elçilik balkonuna Filistin bayrağı asarak, tepkilerini apaçık bildirirler.
Artık gençlik her yerdedir ve bir hareketi ile yer yerinden oynamakta, binlerce kişiyi sokaklara dökebilmektedir. Eğitim sorununda, ulaşım sorununda, gıda sorununda, iç ve dış politikada söz sahibi ve yönlendirici olmaktadır.
Hatta bir radyo programının kaldırılmasını protesto etmek için dahi binlerce kişiyi alanlara dökebilmektedir. Bozkurt Nuhoğlu anılarında bu olayı şöyle anlatır:
Biz TRT’de sevdiğimiz bir program kaldırıldı diye, Harbiye’deki Radyoevi’nin önüne 20 bin kişiyle çıkmıştık. “Gençlik Saati” isimli bir programdı. Bu programı yayından kaldırdılar. Koalisyon Hükümeti vardı. İsmet İnönü koalisyon hükümetinin Başbakanıydı. Programın kaldırıldığını öğrenince ben bir hışımla İsmet Paşa’yı aradım. Özel Kalem Müdürü çıktı telefona. “İsmet Paşa gözlerinden öpüyor, sakin olmanızı, herhangi bir taşkınlık yapmamanızı istiyor” dedi. “Sayın Başbakan’a saygılarımı sunarım, bir ricamız var, radyoda yayınlanan Gençlik Saati programını iptal ettiler. Bu programın hemen şimdi konmasını istiyoruz, İsmet Paşa’yı bağlayın” dedim. Özel Kalem Müdürü, “İsmet Paşa sağlık sorunları nedeniyle şu an seninle konuşamaz ama söylediklerini aynen aktaracağım” dedi. “Eğer anlatmazsanız ve program tekrar yayına konmazsa yarın İstanbul’da beğenmeyeceğiniz olaylar olacak, bu programın mutlaka konmasını istiyoruz” diye üstü kapalı tehdit ettim. İki gün geçti üzerinden. 28 Nisan olaylarıyla ilgili bir yürüyüşe hazırlanıyorduk zaten. 20 bin kişi kadar olmuştuk, çok görkemli bir yürüyüştü. Harbiye’deki Radyoevi’ne doğru yürüyüşe geçtik. Binlerce kişi Radyoevi’nin önünde yere oturdu. Öğrencileri temsilen Radyoevi’ne girdim. “Kaldırılan Gençlik Saati programının derhal konmasını istiyoruz, yoksa buradan ayrılmayacağız” dedim.Yöneticilerden biri bu isteğimin gerçekleşmesinin şu an imkânsız olduğunu ama ilgililerle konuşup bu programı yeniden yayınlayacağını söyledi. Ben de “Hayır, program şu an yayınlanmadan buradan çekilmeyeceğiz” karşılığını verdim. İstanbul Birinci Ordu Kurmay Başkanı Emin Aytekin devreye girdi, “Müdür size söz veriyor, bu söz kâfidir, eyleminize son verin” dedi. “Sivillere asla güvenmem, program konulmadan ayrılmayacağız” deyince Emin Aytekin çok sinirlendi. “Ordu adına sana şerefimle söz veriyorum, bu program bu akşam tekrar yayınlanacak” dedi. Bu benim için kâfi bir teminattı. Marşlar söyleyerek Taksim’e yürüdük, oradan dağıldık. O akşam, Gençlik Saati programı yeniden yayınlanmaya başladı.”
nuhoglu
Yazılara sığmayacak çoğunlukta olan 68 kuşağının eylemlerini son birkaç örnekle noktalayalım.
Ulaşım sorunu üzerinde de kafa yoran gençlik, öğrenci derneklerinin devrimcilerin eline geçmesi ardından Ankara Belediyesi Otobüs İşletmesinin (EGO) öğrencilere verdiği şebekeyi ve bazı indirimli tarifeleri kaldırmasına tepki göstermiştir. Bu bağlamda otobüs işgalleri başlar. Öğrenciler toplu halde otobüslere binip, otobüsleri okudukları üniversitenin bahçesine çektirirler. Bahçeye çekilen otobüsün şoför ve yolcularına bu eylemi neden yaptıklarını anlatarak onların da desteğini almaya çalışan öğrenciler, çok başarılı sonuçlar elde etmişlerdir.
Devrimci gençler öğretmen ve memurların gerçekleştirdiği eylemlere de destek vermişlerdir. Örneğin, 1969’da Kayseri’de Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS)’nın ikinci genel kurulunun yapıldığı sinema, bir gün önce iki cami avlusu, imam hatip lisesi ve Kayseri Türk Kültür Derneği önünde patlatılan dinamitleri bahane edip “Komünist öğretmenler camileri bombalıyor” sloganları ile gericilerce kundaklanır. Kongreye katılanlar diri diri yanmaktan son anda kurtulurlar. Dışarı çıkanlarsa linç edilmeye çalışılır. Tüm bunlardan sonra TÖS ve İLK-SEN üyeleri, 4 günlük derse girmeme eylemi başlatırlar. Gençler bu eylemlerinde de öğretmenlerinin yanında dururlar.
toskayseri
Süreç saymakla bitmeyen ve her biri ses getiren gençlik eylemleri ile devam etti ve geldi o kara yıl olan 1971’e dayandı. Bir yandan 68’in her alanda birlik ve beraberliği ile ön planda olan, “Gücümüz birliğimizden gelir” diyen, kitlelere önem veren kuşağın kendi arasında farklı seyirlere yönelmesi, bir yandan da tüm bunların sonucunda artık ses getirmeye başlayan bu hareketin tasfiye çalışması olan “12 Mart” darbesi.
Sonra? Sonrasını çok iyi biliyorsunuz:
Şarkışla’ya düşürmesin
Allah sevdiği kulunu
Gemerek’te çevirmişler
Deniz Gezmiş’in yolunu” (Aşık Mevlüde Günbulut)

Telden tele söz misali
Esen rüzgar yel misali
Kızıldere kan misali
Sorarlar bir gün sorarlar (Erdal GÜNEY)
Kaynakça:
  • Oral Sander, Siyasi Tarih (1918-1994), İmge Kitabevi
  • Ahmet Kuyaş, Gençler İçin Çağdaş Tarih, Epsilon Kitabevi
  • Keskin Kozat, Burcak. “Modernizing the Turkish Economy through the Marshall Plan (1948-1952)”
  •  Barıs ERTEM, Truman Doctrine and Marshall Plan in Turkey-USA Relations
  •  “Bir Barbarlık Hareketi: Tan Gazetesi Baskını- Feza Kürkçüoğlu-  Birgün
  •  Mithat Kadri VURAL, II. DÜNYA SAVAŞI TÜRKİYESİ’NDE BİR MUHALEFET ÖRNEĞİ OLARAK “TAN” GAZETESİ
  •  Cumhuriyet Tarihi Kronolojisi(1923-1998)
  •  Yaşar BAYTAL, Demokrat Parti Dönemi Ekonomi Politikaları (1950-1957)
  • Süleyman İNAN, Demokrat Parti Dönemi, Pamukkale Üniversitesi
  • Hayrettin FİLİZ, http://www.btasahnesi.net/
  • Bozkurt NUHOĞLU, Turan Emeksiz ve İsyan
  • Alev COŞKUN, 27 Mayıs ve Gençlik
  • Cumhuriyet’in Seksen Yılı, Cumhuriyet Gazetesi, 2003, s. 203.
  • Soner YALÇIN, 68 Kuşağının Anlatılmayan Öyküsü
  • Elçin ATEŞOĞLU, TÜRK SİYASAL YAŞAMINDA MİLLİ DEMOKRATİK DEVRİM DÜŞÜNCESİ
  •  Hikmet ÇETİNKAYA 68′den 78′e Sancılı Yıllar Kuşatılmış Sokaklar, Günizi Yayıncılık, İstanbul, 2002.
  • Turhan FEYİZOĞLU, FKF: Demokrasi Mücadelesinde Sosyalist Bir Öğrenci Hareketi, Ozan Yayıncılık, İstanbul, 2002.
Telgrafhane.org