Saturday, March 30, 2013

Devrimin Ölümsüz Tohumları Olarak Düştüler Toprağa: Kızıldere ve Tarihimiz


 Devrimin Ölümsüz Tohumları Olarak Düştüler Toprağa: Kızıldere ve Tarihimiz

BİLGE SEÇKİN ÇETİNKAYA

Tarih, kimlerinin düşündüğü gibi çizginin başında bir ok, dümdüz, ileriye doğru gitmez. Yani toplumlar kaçınılmaz olarak bir noktadan başlayıp daha iyi, daha güzel, daha ileri bir noktaya ulaşmazlar yıllar geçtikçe. Velhasıl ilerleme ve kalkınma topyekun bir havuçtur habire elinizi uzattığınızda elinizden kayıp duran. İlle de bir ok varsa helezonlar yapar, geriye döner, fasit daireler oluşturur, şaka gibi fiyonklar çizer. Velhasıl bir ip yumağı halinde durur tarih, ille de somut bir şeye benzeteceksek. Siz de artık siyasi meşrebinize göre bir ipin ucundan tutup çekersiniz. Siyasi meşrebi olmadığını iddia edecek kadar siyasiler de bulunur tarihçiler arasında. Bu arkadaşlar o nebze siyasidirler ki müesses nizamın statükosunu savunmak uğruna kendi yaptıkları tarihin tarafsız ve bilimsel olduğunu savunurlar en bildik ezberlerle. Velhasıl tarafsızlık adı altında, kendi gizli taraflarının adı olur “bilimsel, tarafsız tarih.” Bu tarihçi galip gelenle duygudaştır1 Bu duygudaşlık hep galip gelenin o çağda galip olanın işine yaramıştır. İşte böylelikle tarih en az herhangi bir bilim dalı kadar politiktir. Ve bugüne dair yapıp ettiklerimizi meşrulaştırmanın bir aracı olduğu kadar geleceğe dair tasavvurlarımızın da geçmişte bir dip taramasıdır. Dün mümkün olan bugün ve yarın da mümkündür demenin entrikalı bir yoludur velhasıl. Geçmişten bir anı alır, parlatır, üstüne ışık düşürür işte! dersiniz. Seçtiğiniz an sizin tarafgirliğinizin sebebi ve sonucudur bir çeşit.
“Geçmişi tarihsel olarak kurmak” der Benjamin “onu gerçekten olmuş olduğu gibi” tanımak değil, “tehlike anında birden parlayıveren anıyı ele geçirmektir.”2

Yaşanacak Bir Tek Hayat mı Var?

Kendileri olabilmek cesaretini göstermek için bile en ufak konforlarında vazgeçemeyen “Romantik bir macera” arayışındaki köşe yazarlarının bizim tarihimizi anlamalarını beklemek beyhudedir bu yüzden. Onlar orada en çok “boşu boşuna ölmüş bir grup romantik genç” görürler “bir avuç terörist” görmüyorlarsa eğer. Kendi yaşamlarını da meşrulaştırmanın, kendilerine bir yaşam sebebi bulmalarının yolu budur. Geleneğimizle habire uğraşıp onu ele geçirmeye çalışırlar durmadan. Zira yaşanacak bir hayat varsa, yapılacak bir tercih varsa o yalnız ve ancak onlarınkidir. Sebep? Bugün galip olanın, bugün kazanmış olanın onların işvereni olması, kendilerinin onun yanında saf tutmasıdır. Sonuçtan sebebe varırlar bir çeşit. “Madem biz kazandık, ya da kazananın yalakasıyız o zaman biz haklıyız” diye tuhaf bir mantık işletirler. “Düşman kazanacak olursa ölülerimiz bile payını alacaktır bundan” ama “hakim sınıfın aleti durumuna düşmek tehdidi altındaki”3 geleneğimiz bal gibi de tersini söyler.

“Söylediğini Yapacaksın!”

Halbuki “bu dünya da bekleniyorduk biz ….eskileri kuşatmış olan havanın soluğu bize deyip geçmez mi? Kulak verdiğimiz seslerde artık susmuş olanların yankısı yok mudur?”4
Onların genç omuzlarına vurmuştur yükünü, “zayıf bir Mesiyanik (kurtarıcı) güçle” donatılmışlardır hepimiz gibi. “Geçmişin üzerinde hak iddia ettiği bir güç. Bu iddianın karşılığını vermek kolay değildir”5. Hayır kimse kafalarına silah dayamamıştır bu yola çıksınlar diye. Kimse onları yataklarından kaldırmamıştır zorla. Kimse amfilerinden, evlerinden kapı dışarı etmemiştir. Yalnız kafalarına ve yüreklerine düşen ihtimal, ihtilale sürüklemiştir onları. Ölümden korkmuşlardır evet! Psikopat olmadıklarından sonrasında bir vaat olmayan o büyük ve kara boşluğa düşmekten korkmuşlardır hepimiz gibi. Ama kafalarına ve yüreklerine düşen ihtimalle tartmışlardır korkularını. Tarihin fırtınasında yitip gitmekle ölçmüşlerdir ölümlülüğü. Ölçmüşler tartmışlar ve aydınlanmıştır yüzleri geleneğin gereğini yapmanın, hatta geleneğe mütevazı bir katkı yapmanın hazzı ile. Bundan sonra düşünecek çok şey yoktur: “söylediğini yapacaksın!”6 O an On’lar “yaşamanız gerek!” diyenlerin göremediği bir ana bakmaktadırlar.
Tarihin yenilenlerinin hafızasından silinir ve yeniden yazılır anılar. Resmi tarih makinesi kimi anları alır parlatır ve durmadan tekrarlayarak bir ayrı gerçeklik yaratır. Galiplerin ve avcıların gerçekliğini. Hiç yokmuş gibi olur geride kalanlar. Taa ki ona derin bir acıyla ihtiyaç duyana dek. İşte o kriz anında ezilenlerin vefası çıkar açığa.

Çamurdan Korkumuz Yoktur!

Kendi kaderlerini galiplerin kaderine bağlayanlarınsa esamisi okunmaz tarihin kitabında. “aaa o ölmemiş miydi zaten” diye anılırlar. Bir hayır söz eden bulunmaz arkalarından. Kendi kişisel tarihlerini yeniden ve yeniden yazarlar, kendi darbeciliklerinin tarihlerini solculuk diye yutturmaya çalışırlar, darbeciliği sola mal etmek hevesiyle. Oysa bizim ezenlerle öyle keskindir ki çelişkimiz ve onların gizli açık zor aygıtları, derin ve sığ devletleri ile öyle göğüs göğüse gelmişizdir ki kimi anlarda, baş edemedikleri yerde bedenlerimizi fiziken ortadan kaldırmakta bulmuşlardır çareyi. Kanımızı dökmüşler, canımızı almışlardır. O yüzden üzerimize yapıştırmaya çalıştıkları çamurun içinde durmadan debelenmektedirler galiplerin borazanları. Velhasıl çamurdan bir korkumuz yoktur.

“O” An

Son sözü, son sözü söyleyecek olanlara bırakalım: tarihin öznelerine, ezilenlere, On’lara: “Onlar ki toprakta karınca suda balık havada kuş kadar çokturlar: korkak, cesur, cahil, hakim ve çocukturlar…Uyup hainin iğvasına sancakları elden yere düşürürler ve düşmanı meydanda koyup kaçarlar evlerine ve onlar ki bir nice mürtede hançer üşürürler ..ve kederli nehir yollarının, sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı bir şafak vakti değişmiş olur, bir şafak vakti karanlığın kenarından onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman.”7
Ve On’lar kaderlerini bağlayıp “onların” kaderine “aşkın, özgürlüğün ve devrimin ölümsüz tohumları olarak düştüler toprağa”8. Yer Kızıldere, bizi geleneğimize bağlayan o an 30 Mart 1972’dir.
1 Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk, Metis Yayınları, s.42
2 Ibid. s.41
3 Ibid. s.41
4 Ibid. s.40
5 Ibid. s. 40
6 Mahir Çayan’dan aktaran, Bitmeyen Yolculuk.
7 Nazım Hikmet Ran
8 90’lı yılların ortasında, İstanbul Üniversitesi Merkez Kampüsü’nde açılan bir pankart.

Wednesday, March 27, 2013

S Ö Y L E M


Söylem, sosyal ve beşeri bilimlerinde 1960’lı yıllardan itibaren yoğun bir şekilde kullanmaya başladığımız bir terimdir. Dilbilimde hemen hemen konuşmanın (speech) dengi, başka bir ifadeyle, işaretler sistemi gibi kabul edilen dile (langue) zıt (oppose) olarak konuşmacının (speaker) güncel bir şekilde kullandığı dilin (parole) dengi anlamına gelmektedir.
Söylem analizi ise metinlerin (veya dilin) semantik ya da sentaktik yapısını inceler ve metinlerin hem dilbilimsel hem de sosyo-kültürel boyutlarını ele alır. Anglo-Amerikan araştırmacıları geleneksel kalıplara, konuşma edimlerine (akt) ve sözlü iletişimin (communication) diğer biçimleri üzerine yoğunlaştılar. Bu çalışmalar sözlü değişimlerdeki güç (power) ve otorite (outhority) dağılımının önemini ortaya koyar (Coulthard).
Mikhail Bakhtin ve çevresine göre, söylem Tzvetan Todorov’un İngilizce’ye translinguistics kelimesiyle tercüme ettiği üstdilbilimin en önemli nesnesidir. Söylemi esas alan bu bilim söz/telaffuz (utterance) araştırmalarına, yani günlük cümlelerin (veya metinlerin) söylenme (enunciation) bağlamında incelenmesine dayanır. Bu teoretik bakış açısı, dil sistemlerinin sosyo-tarihsel boyutlarına dair incelemeleri semiyolojiye bırakan ve araştırma alanlarını müstakil bir varlık olarak gördükleri dil sistemiyle sınırlandırmayı tercih eden Saussurecü dilbilimcilerin eleştirilmesiyle gelişmiştir. Bakhtin ve çevresi, Saussurecü dilbilimcilerin stratejisini, merkezî otoritesini arttırmak ve gücünü pekiştirmek için genel ve millî dili zorla yaygınlaştırmak isteyen devletin günlük somut girişimlerinin bir toplamı olarak görmüş ve söz konusu stratejinin açık taraflarını ortaya çıkarmaya çalışmışlardır. (Bakhtin, Voloshinov). Bakhtin’e ve Bakhtin’in çevresine göre, sosyal bağlam herhangi bir sözlü iletişimin karşılıklı ilişki içindeki bir bölümünden başka bir şey değildir. Sözün (utterance) anlamı konuşucunun durumunu, dinleyicinin ufkunu (anlam ve değerler) ve dilin kendi içinde taşıdığı tarihsel malzemeyi kapsar. İçsel açıdan bakıldığında sosyal bir fenomen/olgu olan söz (utterance) belirli bir üretim ve dağıtım düzeni içinde sunulur. Bu düzenler, dünyanın anlamını yapılı sonlandırmalar (structured finalization) yoluyla ortaya koymak için modellenen sistemler gibi çalışan tipler (söylemsel türler) tarafından organize edilmektedir. Realitenin sonuçlanması ve bilinçli kontrolü esnasında, karşılaştığımız her anlamlı tür araçların ve metotların karmaşık bir sistemini verir. Sanatçı her şeyden önce realiteyi türün gözüyle görmek zorundadır (Bakhtin ve Medyedev). Söylemsel türler oldukça fazla ve çeşitlidir. Bu türler bilgi ürünüyle zaman zaman çatışmaya ve hatta rekabete girer. Bu diyalojik süreçler toplumu meydana getirir (bk. Diyalojik eleştiri). Böylece söylem, karşılıklı nesnelliğin (intersubjectivity) kurulduğu, bilgi nesnelerinin üretildiği ve değerlerin tayin edildiği bir uzay ve bir süreçtir. Söylem, Bakhtin’e göre beşeri hayatın hemen hemen tamamını kapsar.
Michel Foucault düşünce sistemlerinin tarihi üzerine yaptığı araştırmada, söylemdeki bilgi ve güç boğumlanmasını keşfetti: ‘Güç ve bilgi arasında doğrudan ilişki vardır. Bilgi kurumlarıyla karşılıklı ilişkiye dayanmayan güç olamayacağı gibi, güçle ilişkili bir kuruma ve böyle bir varsayıma dayanmayan herhangi bir bilgiden söz etmek mümkün değildir (Disiplin ve Ceza 27). Güç-bilgi matrisi söylem içinde, yani aralarında meşruiyete bağlı olan ve birbirleriyle çatışan söylemsel uygulamaların oluşturduğu realitenin son derece geniş bilgi ağında kurulan bir matristir (age., 194). Söylemsel uygulamalar, kendi bilgi nesnelerinin özne durumlarını kendi uygulayıcılarının ve kendi belirleyicilerinin şartlarını dikkate almak suretiyle tayin ederler. Böylece bilgi-güç matrisleri bir yandan kastî özellik gösterirken, öte yandan gayri nesnel (non-subjektive) nitelik taşırlar: bireysel özellikler özel amaçlar için kullanıldığında, ikna modellerine dayalı bilginin öznesi ve nesnesi gibi kabul edilen güç ilişkileri daima gayri nesnel olarak kalacak ve meşruiyet kuralları söylemsel uygulamalar yoluyla empoze edilecektir.
Fransız Söylem Analizi Okulu (L’Ekole française d’analyse du discours) hem Bakhtin’in hem de Foucault’nun geliştirdiği bakış açılarını dikkate alarak çalışmalarını sürdürmüş; benzer düzeylerde girişimlerde bulunmasına rağmen, Anglo-Amerikan geleneğiyle uygulama açısından herhangi bir ilişki kurmamıştır (Maingueneau). Fransız okulu sözün (utterance) içsel açıdan sosyo-tarihsel ve dilbilimsel bir fenomen olduğunu düşünmüş söylem içindeki bilgi nesneleri ile bilgi öznelerini oldukça ayrıntılı bir şekilde ele almış ve tarif etmiştir. Dominique Maingueneau söylemi söylemsel biçimlenme (discursive formation) tarihsel sınırlamalarla belirlenen anlamsal üretim) ile tarihsel sınırlamalara göre üretilen güncel sözlerin tarihsel dağılımı arasındaki ilişki olarak tarif eder. Bu kavram Foucault’nun arkeolojik araştırmalarının dışta tutulduğu bir boyut olan metinsel analiz yöntemlerini gerektirmektedir. Fransız Okulu öznenin birkaç söylem arasında değişim gösterebilen bir uzay olduğunu düşünür. Marc Angenot sosyal söylemin belirli bir toplumda, ampirik bütünlüklerden, türsel sistemlerden, sözün biçimlenme kurallarından – ki bunlar belirli bir toplumda söylenilebilen veya anlatılabilen biçimlerle düzenlenir-  çok yazılanların ve söylenenlerin  tamamı olarak tarif etmektedir. Söyleme dair Angenot’un tahlilleri sosyal söylemin bir yandan düzenli bir kamuoyu oluştururken, öte yandan marjinal bir orijinallik geliştirdiğini ortaya koyduğu gibi, sosyal söylem sayesinde olayların akışının nasıl düzenlendiğini, söylenmek istenmeyen şeylerin nasıl dışta tutulduğunu, işlevlerin ve göndericilerin sanki bir Pazar gibi nasıl seçmeye tabi tutulduğunu ispatlamaktadır.
Bu tür söylem analizleri disiplinlerin sınırları birleştirir ve böylece günümüzde beşeri ve sosyal bilimler içinde yer alan bilginin yeniden düzenlenmesini zorunlu hâle getirir.
T e m e l   K a y n a k l a r
Angenot, Marc. 1889. Un Etat du discours social. Longueil, Que.: Préambule, 1989.
Bakhtin, M. M. Speech Genres and Other Late Essays. (İngilizce Çevirisi V.W. McGee. Austin: U of Texas P, 1986.
Ve Medyedev. Edebiyat İncelemelerinde Biçimsel Metot: Sosyolojik Şiirciliğe Eleştirel Bir Giriş. 1928. Cambridge, Mass., and London: Harvard UP, 1973.
Ve  V. N. Voloshinov. Marksizm ve Dilin Felsefesi. 1929. Cambridge, Mass., and London: Horvard UP, 1973.
Coulthard, Malcolm. Söylem Analizine Giriş (Inroduction to Discourse Analysis. London: Logman, 1979.
Foucault, Michel. Bilgi Arkeolojisi (The Archaeology of Knowledge. 1969. İngilizceye Çeviri: A.M. Sheridan Smith. New York: Pantheon Boks, 1972.
Disiplin ve Ceza: Hapishanenin Doğuşu (Disciplin and Punish: The Birth of the Prison). 1975. İngilizce’ye Çeviri: A.M. Sheridan. New York: Vintage Books. 1978.
Cinselliğin Tarihi (The History of Sexuality. Vol. I: An Introduction. 1976. İngilizce’ye Çeviri: R. Hurley. New York: Vintage Boks, 1980.
Orders of Discourse. İngilizce’ye çeviri: Rupert Swyer. Social Science Information 10 (April 1971): 7-31. Repr. As ‘Appebdix: “The Discourse on Language.” In the Archelogy of Knewledge. İngilizce’ye Çev. A.M. Sheridan Smith. New York: Pantheon Boks, 1972.
Geerts Clifford. ‘Blurred Genres: The Refigüration of Social Thought. ‘The American Scholar 49 (1980): 165-79.
Maingueneau, Dominique. Initiation aux méthodes de l’analyse du discours. Paris: Hachette, 1976.
Nouvelles tendances en analyse du discours. Paris: Hachette, 1987.
Todorov, Tzvetan. Mikhail BAkhtin: The Diyalogiacal Principle. İngilizce çev. W. Godzich. Ninneapolis: U of Minnesota P, 1984.
 

Monday, March 25, 2013

Fotoğraf ve Gerçeklik


The Matrix’in ilk defa sinemalarda gösterilmesinin üzerinden neredeyse on iki yıl geçti ama ilk filmde çok büyük kitlelere gerçekliğin ne olduğu sorgulatan düşünce halâ  ayakta. Filmde insanın dünyayı algıladığı beş duyu ve bunların beyin tarafından yorumlanmasının aslında her zaman sanıldığı kadar gerçek olmadığını sorgularken, gerçeğin bilinen tanımının da her şeye rağmen belirsizlikler içerdiğini hafifçe insanların yüzüne vurdu. İnsanın, somut olarak en az bir duyusuna hitap edeni gerçek kabul etmesini temel alarak, artık büyük oranda görsel algıya dayalı sabit (dergiler, gazeteler vs.) ve görsel algının yanında işitsel algıyı da hedefine oturtan hareketli (TV) ürünler, bir noktadan sonra insanlar tarafından gerçek olarak kabul edilmeye başlandı. Ele alınan konu itibariyle fotoğraf da tam bu noktada sorgulamaya maruz kalıyor. İlk olarak ortaya çıktığı zamanlarda resimle inanılmaz bir çatışmaya sokulan bu yeni çocuk, görüleni, resmin aksine fırça sahibinin yorumu olmadan ve tüm detaylarıyla birebir kayıt altına alabildiği için resmin bu açıdan hemen bir adım ötesine geçti. Çünkü fotoğraf kadraj dahilinde görülen ve hatta göze çarpmadığı halde orada olan tüm detayları yalnızca bir kaç saniye içinde kopyalayabiliyordu. Bu da onun pek çok insan tarafından sorgusuz sualsiz gerçek olarak kabul edilmesine yol açtı. Bu durum oldukça uzun süre de böyle kalmaya devam etti. İlk kez kenidini gösterdiği 1839’dan sonra onlarca savaş, felaket, acı ve insanlığın karanlık ya da aydınlık yanlarını kaydetmesi de bu kusursuz gerçeklik kayıt kutusu savını destekler gibiydi.

Her şeye rağmen, sanki sonradan başlamış bir tartışma gibi görünse de, fotoğraf, gerçekliğinin sorgulanması olgusunu hep içinde barındırdı bir parça da olsa. Ama asıl sorguya, aslında varolmayan şeyleri göstermeye başladığı, daha doğrusu her şeyi aslında olduğu gibi göstermeyebildiği keşfedildikten sonra maruz kaldı. Görülen gerçekliği olduğu gibi anlatmasına rağmen, içeriğin pek de dürüst olmayan kurgulardan meydana geldiği bu fotoğraflar artık sorgulamanın daha yüksek sesle yapıldığı nokta oldu denilebilir. Tabi burada sorun teşkil eden durum, bizzat kurgusal fotoğrafın kendisi değildi. Sorunun baş gösterdiği yer, daha çok ‘doğrudan fotoğraf’ türlerinin içindeki kurgusal sahnelerin sokulması oldu. Bu konuda da namlunun ucunda belki de en çok ‘belgesel fotoğraf’ duruyordu. Doğası gereği, adı gibi belge niteliği taşımanın da ötesine geçip, görülenleri veya zaman zaman gözden kaçanları anlatması beklenen, olanları eğip bükmeden, mesajını dürüstçe yansıtma çabasındaydı. Belki bu bakımdan durumu temelde daha iyi olabilecek olanlar fotomuhabirler ve haber fotoğrafçıları gibi gözüküyordu. Ta ki bu konuda sadece filmin üzerine düşen görüntünün doğru olmasıyla yetinilemeyeceği de anlaşılana kadar. Fotoğraf, her ne kadar kadrajı dahilinde olanı varolduğu şekliyle kaydediyor olsa da, fotoğraf aslen onu oluşturan insanla varolur. Fotoğrafı çeken kişi aslında sadece bulunduğu mekandaki bir olayı doğrudan kaydetmez, baktığı, gördüğü ya da görmek istediği şeyi kayıt altına alır. Bu durumu Sebastião Salgado çok güzel bir biçimde özetler aslında; “Fotoğrafı bütün ideolojinizle çekersiniz.” Fotoğrafçının gözünü yönlendiren, etrafa bakmasını sağlayıp olayları algılayan ve hatta beyninde yorumlamasını yapan algı süzgecini oluşturan şey, o fotoğrafçının o güne kadarki hayat tecrübesi, düşünceleri, idealleri, karakteri, tabuları, inançları, benliği, belki bilinçaltı ve hatta deklanşöre basmadan bir kaç saniye önceki ruh halinden meydana gelir. Zaten fotoğrafçının görüş açısı sadece objektifin sağladığı kadarıyla sınırlıyken, bu faktörler de işin içine dahil olduğunda aslında kayıt altına aldığı olayın ne kadarını  ne derece doğru ve gerçek olarak kaydedebileceği şüpheli olacaktır. Özcan Yurdalan bu durumu şu şekilde açıklar: “ Her fotoğraf, onu çekenin görüşü ve gördüğünün görüntüsüdür, nesnel bir kanıt değil, fotoğrafı çekenin tanıklığının bir kanıtı olarak ifade edilebilir ancak. Bir bakıma ‘ben bunu böyle gördüm’ demektir.” Tam olarak da bu objektif olamama, nesnellikten uzaklaşma durumu yüzünden fotoğraf içinde gerçeklik göreceli bir anlam kazanır.
Daha önce bahsedilen, fotomuhabirler kısmına geri dönmek gerekirse bu konuda biraz detay vermek konuyu bu bağlamda bir parça daha açık bir hale getirmek bakımından faydalı olabilir. Aslında çok da yabancı olunmayan ve son on yıl içinde geçen belirgin bir konu üzerine, Özcan Yurdalan’ın ‘Belgesel Fotoğraf ve Fotoröportaj’ adlı kitabından bir örnekleme olacak bu. 2003’teki Amerika’nın Irak işgali gerçekleşmeden hemen önce ve sonrasında, Vietnam savaşına tepkileri doruğa çıkarıp belki de bitirilmesine zemin hazırlayan, köye düşen napalm bombasından çıplak bir halde kaçan kız çocuğu fotoğrafı gibi toplumda tepki uyandıracak bir görüntü çıkmaması adına Amerikan hükümeti, saldırı esnasında fotoğraf çekecek tüm fotoğrafçılara, orduyu kötü gösterecek, zarar verecek hiç bir görüntü çıkmaması için sayfalarca taahhütname imzalatıp ayrıca fotoğrafçıları tek tek eğitimden geçirmişti. Hatta ajanslara gidecek fotoğrafları inceleyecek ve yayınlanması için bir süzgeçten geçirecek denetim mekanizmaları dahi kurulmuştu. Böylece fotoğrafçılar, devriyeye çıkan, sürekli ‘düşmanla çatışan’ ya da Irak’a demokrasi ve huzur getirmiş gibi sadece insanlara yardım eden asker fotoğrafları düşmeye başlamıştı. Hatta daha sonra hiç önlem alınması akla gelmemiş bir şekilde ortaya çıkan asıl gerçek olay olan Ebu Garip Hastanesi fotoğrafları ortaya çıkmıştı ki bu konuda adı geçen kitaba başvurulabilir. Burada değinilecek kısmı ise oldukça yüzeysel bir kısmı olacak bu durumun. O da aslında fotoğrafçının, çektiklerinin ve hatta görebildiklerinin bile kısıtlandığı. Fotoğrafçı tamamen yanında dolaştığı askerlerin olduğu yerden olaylara bakıyor durumda burada. Aslında kendi içinde belki de bir gerçekliği barındırıyor olabilir ama objektifin baktığı yerin dışına göz atıldığında durumun hiç de yansıtıldığı gibi olmadığı ortaya çıkıyor. Fotoğrafçının, bulunduğu konum (fiziksel, ideolojik ya da sadece algı normları dahilinde) itibariyle objektifini doğrudan bir olaya çevirse dahi kimi zaman olayın gerçekliği, kadrajın hemen dışında olmaya devam ediyor ya da olayın aslını o tarafı barındırıyor. Yani sonuç olarak fotoğrafçı tamamen tarafsız olmaya çalışsa dahi, iki temel engel ortaya çıkıyor; fotoğrafın teknik sınırları ve fotoğrafçının ideolojik, düşünsel sınırları. Belgesel fotoğrafın, hatta daha özele inmek gerekirse sosyal belgesel fotoğrafın, burada biraz daha şanslı gözüküyor konum olarak; sosyal belgesel fotoğraf, nitelik olarak somut kanıt taşımasına rağmen çekenin yorumunun en net hissedildiği ve hatta bu yorumun, biraz daha ileri giderek olan gerçeğe sonradan müdahale edilmesini isteyen bir tavır sergiler (ki bu da fotoğrafın yekpare kayıt aracı olmayıp görülen gerçekliğin bir yorumu olduğuna kanıt da sayılabilir) . Bu yüzden de tarafsız bir gerçekten çok, varolan olayın gerçeğini anlatmaya çalışır. Tabi bu, belgesel fotoğrafın –özellikle sosyal belgesel fotoğrafın az önce sıralanan sınırlardan nasibini almadığı anlamına gelmez.

Bir noktada durup “Fotoğrafta gerçeklik kavramı neden bu kadar önemli?” sorusunu da sormak gereklidir. Ama bu sorunun yanıtı, konunun kendisi kadar üzeri kapalı ya da belirsiz değildir. Bunu cevaplamak için fotoğraf tarihindeki çok önemli bir ismin, Robert Capa’nın İspanya iç savaşı sırasında 5 Eylül 1936’da Cerro Muriano’da çektiği “Loyalist Militiaman at the Moment of Death” adlı fotoğrafına bakmak gerekir. Artık fotoğraf dünyasında bir kült haline gelmiş olan Magnum Ajansı’nın kurucularından birisi olan Capa, Normandia çıkarması da dahil pek çok savaşı fotoğraflamış ve belki de başka kimsenin haberi olmayacağı anları fotoğraflamıştı. Adı geçen  fotoğraf, İspanya iç savaşı sırasında vurularak yere düşen bir ispanyol askerini göstermekteydi. Anın gerginliği ve savaşın iç yüzünü gerçekten de çok vurucu biçimde yansıtan ve fotoğraf tarihinde de kült halini alan bu fotoğraf, iç savaşın kanlı ve karanlık yüzünü insanların suratına çarpmıştı. Aynı vurucu etkiye sahip bir başka fotoğrafsa savaşın bizzat içindeki bir asker tarafından çekilmiş olan bir fotoğraftı. Tony Vaccaro, Capa’yla dönemdaştı ama Capa’nın aksine bir askerdi ve olanlara bizzat dahil olduğu için Capa’dan çok çok daha yakındı. Robert Capa’yla karşılaştırılan o fotoğrafı da böyle çekmişti. Uzun zaman, insanlar ikisini bizzat savaşın içinden kareler yakalayabildikleri için karşılaştırıp durdular. Tabi ki savaşın gerçeği ve ölüm tartışılmazdı. Ama Capa’nın o fotoğrafı çekmesinden neredeyse yetmiş üç yıl sonra o fotoğrafın kurgu olduğu ve aslında o fotoğrafı çektiği yerde hiç bir çatışma yaşanmadığı, çatışmaların kilometrelerce ötede yaşandığı, gerçekten orada İspanyol asker olsa dahi vurulma şansı yoktu. Bu, her ne kadar çok kötü gelse de kulağa, aslen Capa’nın o güne kadar gerçekten başardıklarını inkar etmeye yetmez tabi ki. Yine de o fotoğraf kurgu dahi olsa, o zaman gerçekleşen iç savaşı daha iyi anlatan başka bir kare olmadı. Ama Tony Vaccaro kadar bir etki gücüne sahip olamayacak artık.
Robert Capa, durumu bilmesine rağmen gerçek olana ulaşamadığı için iç savaşı anlatacak bir kurgu oluşturma çabasına gerçekten girmiş olabilir belki. Ya da bugün o fotoğrafla ilgili orada çatışmaların gerçekleşmediği söylense dahi belki de çok düşük bir ihtimal dahi olsa, gerçekten orada öyle bir olay geçmişti, zira Capa, 25 Mayıs 1954’te yine Asya’da geçen Çinhindi Savaşı’nı görüntülerken mayına basıp ölene kadar,  hayatında sayısız an fotoğrafladı ve pek çoğu da savaşların gerçek yüzünü gösteren fotoğraflar oldu. Bu kurgu durumu hiç bir şekilde bu gerçeği değiştiremezdi.  Diğer taraftan, kurgudan da öte, manipülasyon olgusu da aynı dönemin fotoğrafçılarından biri olan Alexander Rodchenko ile bambaşka bir boyuta taşındı. O zamanki Sovyetler Birliği’nde yaşayan Rodchenko aynı zamanda Sovyetler Birliği’nin en güçlü propaganda araçlarından biri olan fotoğrafları sağlamaktaydı. En çok bilinen fotoğraflarından biri olan Baltık Denizi Kanalı inşaatında çalışan tutukluları çektiği ve çok ince detaylarına kadar rötuşladığı fotoğrafta, aslında bahsi geçen rehabilite edilmek için kullanılan ve kanal çalışması sırasında mutlulukarı yüzlerinden okunan insanların hepsi, o zamanki düşünce suçlularıydı ve sanıldığı kadar mutlu değillerdi. Fotoğrafın çekildiği yer itibariyle, aslında büyük oranda gerçekliğe sahipti ancak çok ufak müdahalelerle, o hüzünlü ve karanlık yüzler, çalışmaktan mutluluk duyan gülen bir hal almıştı. 

Elbette bu hale getirilmiş bir fotoğrafta gerçeklikten bahsetmek absürd olacaktır ancak yayınlandığı dönemde o fotoğrafın ulaştığı insanlar, fotoğrafın aslında gerçek halini bilmeden sorgusuz sualsiz gerçek olduğunu kabul etmişlerdi. Zaten amaç da propaganda olduğu için çok büyük oranda istenilen de gerçekleştirilmiş oldu böylece.
Geçmişte gerçeklerle oynamak adına manipülasyon yapmak da ileri derece karanlık oda bilgisi ve çok fazla çalışma gerektiriyordu. Zaman geçip teknoloji geliştikçe işler daha da kolaylaşmaya ve fotoğraf dışarıdan müdahalelere daha açk hale gelmeye başladı. Dijital devrimse belki de manipülasyonun tavana vurduğu nokta oldu. Fotoğraf, kartlar, film negatifler zamanında daha zahmetli ve pahalıydı. Herkesin rahatça ulaşabileceği bir yerde değildi. Keza bir karanlık oda sahibi olmak, ileri derecede manipülasyon yapmak ciddi zaman, emek ve para gücü gerektiren bir şeydi. Dijital fotoğraf teknolojisiyse aradaki pek çok işlemi ortadan kaldırıyor ve insanlara sadece bir makine, bir bilgisayar ve gerekli yazılım yardımıyla diledikleri kadar fotoğraf çekebilmeyi, çektiklerini de anında görebilme imkanı sunuyordu. Herkes sayısallaştırılmış görüntüleri, pek çok yazılım sayesinde saniyeler içinde işleyebiliyordu ve yapabilecekleri sadece yeteneklerle sınırlıydı. Zaman geçtikçe bu yazılımlar çok daha geliştirildi ve artık geçmişte karanlık odada saatler harcanarak ustalıkla yapılan işler sadece bir kaç fare tıklaması ile aynen yapılabiliyor hale geldi. Sonuçlar ise inanılmazdı; sadece estetik görüntüler elde etme amacıyla yapılan düzeltmeler oldukça basit şeyler halini alırken, artık fotoğraflardan insanlar, nesneler eklenip çıkarılıyor, fotoğraflar çekilmiyor, fotoğraflar baştan yapılıyordu. Bu da dijital devrim sonrası fotoğrafta gerçekliğin sorgulamaya çok çok daha açık hale gelmesine neden oldu denilirse çok da aşırıya kaçılmış olunmaz muhtemelen.
Fotoğraf, görüntünün ilk defa bir yüzey üzerine kimyasal yardımıyla sabitlendiği ve belki de neredeyse büyücülükle eş değer bir etki taşıyan o ilk günlerinden, artık herkesin çok makul bir fiyata rahatlıkla kompakt dijital bir fotoğraf makinesi edinebildiği ve hatta cep telefonları yardımıyla dahi her yere girdiği bugünlere ulaşana kadar, gerçekliği, dürüstlüğü hep tartışılan bir şey olmaya devam etti, üzerine kitaplar, sayfalarca makaleler yazıldı. Bugün üzerinde tartışılırken de, gerçekliğe ve dürüstlüğe dair tanımlar çok belirgin olmadığı için, hala çok net bir sonuca varmak ve dorğu olan budur diyebilmek mümkün değil. Sadece, ele alınan konu itibariyle bu durumda en çok sorgulamaya maruz kalan belgesel fotoğraf, bugün yapısal olarak biraz daha oturaklı hale geldiği ve belirli noktalarda kendini ispatladığı için, ayrıca fotoğrafın beraberinde gelen bilginin de önemi kavrandığı için, en azından dürüstlüğünün nereye kadar olabileceği az ya da çok kavranabiliyor. Tabi ki çağ Henri-Cartier Bresson gibi, tek karede hiç bir bilgi olmasa dahi çok şey anlatabilen ve gerçekliği her daim ortada olan bir ustaya da şahit oldu. Bunca yıllık birikim, çekilen milyonlarca fotoğraf, söylenen onlarca söz, yazılan onlarca yazının sadece bir kaç sayfada özet olarak verilmesi mümkün değil elbette. Ancak, artık belki de kült haline gelmiş fotoğraflar ve en çok üzerinde konuşulan bazı açık olaylar ve dönemlerle konuyu anlaşılır kılmaya bir parça olsun yardım etsin, en azından sorgulamalar yaparken biraz da olsa düşüncelere artı katkısı olsun diye böyle bir yazı kaleme almak tamamen faydasız değildir.
Örsan Karakuş
 
Kaynaklar;
·         Susan Sontag, Fotoğraf Üzerine (On Photography), 2005: Agora Kitaplığı, İstanbul.
·         Ergün Turan, Siyah-Beyaz: Baskı, 2007; Say Yayınları, İstanbul.
·         Özcan Yurdalan, Belgesel Fotoğraf ve Fotoröportaj, İkinci baskı , 2008; Agora Kitaplığı , İstanbul.
·         Genius of Photography Belgeseli, BBC Belgeselleri; Bölüm 2: Documents for Artists - Bölüm 2: Right Time, Right Place, Kasım 2007, İngiltere.

Monday, March 11, 2013

12 mart 1995 gazi katliami (unutmak İhanettir)



12 Mart 1995. Saat 20.30. Gecenin sessizliğini yırtan kurşun sesleri, Gazi Mahallesi’nde yankılandı. İsmetpaşa caddesinde bulunan Yavuz Kardeşler, Dostlar, Cihan ve Doğu kıraathaneleri ile Sarıcıoğlu Pastanesi, otomatik silahlarla tarandı. Saldırıda 67 yaşındaki Alevi dedesi Halil Kaya katledildi. 25 kişide yaralandı. Katiller, kullandıkalrı taksinin şöförünüde öldürerek ‘kayıplara’ karıştı.
Gazi halkı, katilleri Maraş’tan, Çorum’dan, Sivas’tan tanıyordu. Öfkesini kuşanarak Gazi Cemevi önünde toplandı. İlk patlayan sloganlarla, binlerce kişi harekete geçti: “Katiller karakolda!”
Katillerden hesap sormak için sokakları dolduran binlerce emekçinin üzerine karakoldan, panzerlerden, çatılardan keskin nişancılarla ölüm kustular. İlk gece, Mehmet Gündüz polis kurşunuyla şehit düştü. Ertesi gün cenazeleri almak için Cemevi önünde toplanan onbinlerce kişiye ateş açıldı. Öğleden önce 3 kişi, öğlenden sonra 12 kişi daha yaşamını yitirdi, kurşunlanarak...
Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi halkı da, Gazi’deki katliamı protesto etmek için 15 Mart’ta sokaklara çıktı. Katiller burada da sahnedeydi. Polisin dağılmakta olan kitleye ateş açması sonucu 1 Mayıs Mahallesi’nde de 5 emekçi yaşamını yitirdi. Dört gün içerisinde Gazi ve 1 Mayıs mahallelerinde toplam 22 kişi öldürüldü, 300’den fazla kişi de yaralandı. Ölüm ve yaralanmaların büyük kısmı, polis kurşunuyla, işkence ve panzerlerin ezmesiyle gerçekleşti.

KATİLLER DEĞİL HALK YARGILANDI!

Kontrgerilla, Gazi’nin ardından bir kez daha katilleri korudu. Mahkemelerde katiller değil, halk yargılandı. Gazi halkı ve ayaklanmanın devrimci öncülerine saldırdı yargı organları. Onlarca Gazili emekçiye dava açıldı. Gazi barikatlarının önderi Hasan Ocak, kaçırıldı ve katledildi. Hasan Polat da kaçırıldı, ama yoldaşlarının ısrarlı çabası sonucu kaybedemediler. Onu ve arkadaşlarını “Gazi provokatörleri” olarak yargıladılar.
Gazi halkına kurşun sıkan polislerden ise göstermelik olarak birkaçı yargı önüne çıkarıldı. Bu dava da Trabzon’a kaçırıldı. Ama şehit yakınları ve Gazi halkı her duruşmaya ısrarla katılarak adalet talebini dile getirdi.
Katil polislerden sadece Adem Albayrak ve Mehmet Gündoğan’a göstermelik ceza verildi. 4 kişinin katili Albayrak ve 2 kişinin katili Gündoğan’a 4 yıl 8’er ay hapis cezası kesildi. Sonradan bu katiller, af kapsamına alınarak salıverildi. Katliamın tetikçileri bile böyle pervasızca serbest bırakılırken, gerçek sorumlulara hiç dokunulmadı.
Gazi katliamı yaşandığında;
Emniyet Genel Müdürü, “Bin operasyon yaptık” diyerek kontrgerilla vahşetini sahiplenen, Gazi’de halkın üzerine ateş açılması emrini veren Mehmet Ağar’dı.
Başbakan, kontrgerillacılar için “Vatan için kurşun yiyen de, atan da şereflidir.” diyen, birçok kontrgerilla eyleminin emrini veren Tansu Çiller’di.
İçişleri Bakanı, “Polis silah kullanmadı” yalanıyla katillere cesaret veren Nahit Menteşe’ydi.
İstanbul Valisi, halkın mücadelesini bastırmak için “sokağa çıkma yasağı” ilan eden, halka ateş açılması emrini veren Hayri Kozakçıoğlu’ydu.
İstanbul Emniyet Müdürü, Ağar ve Kozakçıoğlu ile birlikte halka ateş edilmesi emrini veren Necdet Menzir’di.

Saturday, March 9, 2013

Kürtleri imha etmek’ fikri kime aitti?


surgune-gonderilen-isyanci-kurtler.jpg
Ayşe Hür

Geçtiğimiz hafta 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın kızı Sayın Dr. Nilüfer Bayar Gürsoy’dan bir mektup aldım. Sayın Gürsoy, 13 Temmuz 2008 tarihinde bu sayfada yayınlanan ‘Kımıl Olayı’ndan 49’lar Davası’na başlıklı yazımda dile getirdiğim bazı iddiaların doğru olmadığını belirtiyordu. Mektubu (ara başlıkları tarafımdan eklenmiş olarak) aşağıda bulacaksınız. Mektuptaki iddialara cevabımı da aşağıda bulacaksınız. Cevabımı hazırlarken, üzülerek bir kere daha farkına vardım ki, Türkiye’de görünüşte birbirinden 180 derece farklı ideolojik yönelimlere sahip görünseler de, bu devletin karar mekanizmalarında yer alan şahsiyetler, ‘Kürt Meselesi’ veya ‘Ermeni Meselesi’ söz konusu olduğunda, neredeyse birbirinin kopyası üslup ve yöntemler kullanıyorlar. Bunlar ne yazık ki, kavrayıcı ve kapsayıcı olmak yerine yok sayıcı, dışlayıcı ve daraltıcı özellikler taşıyor. Hatta konumuzda olduğu gibi ‘imha’ gibi en vahşi yöntemleri içeriyor.

BİR ELMANIN İKİ YARISI • Bu benzeşmenin temelinde, ideolojik sandığımız farklılıkların, aslında iktidar bloğu içindeki güç mücadelesinin tezahürleri olması yatıyor. Milli Mücadele’yi örgütleyen, Cumhuriyet’i kuran kadroların İttihatçılığın ‘rahle-i tedrisi’nden geçtiğini biliyoruz. Bu kadrolar dört kıtaya yayılmış bir imparatorluktan, Anadolu’ya sıkışmış küçük bir ulus-devlete dönüşmenin travmasını hiç atlatamadılar ve sürekli bölünme korkusu içinde yaşadılar. Bölünmeyi önlemek için akıllarına ilk gelen ise, çeşitli etnik, dinsel ve dilsel grupların taleplerini yok sayma, dışlama, baskı ve şiddet kullanma oldu. Sayın Nilüfer Gürsoy’un mektubu sayesinde, Celal Bayar ve Cemal Gürsel gibi iki önemli şahsiyetin Kürt Meselesi’ndeki tavırlarına biraz daha yakından bakma, böylece sınırlı da olsa bir zihniyet analizi yapma fırsatı bulmaktan memnunum.

 

Celal Bayar’ın kızı Dr. Nilüfer Bayar Gürsoy’un mektubu

“27 Mayıs 1960’a yakın bir tarihte Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’un emekliliği gelince görevine bir müddet daha devam etmesi için emeklilik muamelesi ertelenmişti. Bundan kısa bir süre sonra Başbakan Adnan Menderes ve Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a gelerek Kara Kuvvetleri Kumandanı Cemal Gürsel’in Genelkurmay Başkanı yapılmasını istemişlerdi. Bayar da, “Rüştü Erdelhun’un Genelkurmay Başkanlığına devam edebilmesi için emekliliğini uzattınız. Şimdi de Gürsel’i tayin etmek istiyorsunuz, yakışık almaz” diyerek teklifi reddetmişti. Celal Bayar’ın Gürsel hakkındaki kanaati olumlu değildi. Kendisinden bir rapor hazırlamasını istemiş, hazırladığı raporu beğenmemişti. Bayar’ın beğenmediği rapor, son günlerde Abdülmelik Fırat’ın bahsettiği, Cemal Gürsel’in “Bin Kürdü sallandırmalı” dediği rapor olmalı.

CEMAL GÜRSEL’İN APORU • Konuya daha açıklık getirmek için Ferzende Kaya’nın Mezopotamya Sürgünü Abdülmelik Fırat’ın Yaşam Öyküsü adlı kitabından, Demokrat Parti dönemi Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun bizzat Yassıada’da Abdülmelik Fırat’a anlattığı Gürsel raporu ile ilgili bölümü aktarıyorum: “49’lar tutuklanmadan önceki günlerde, Reisicumhur, Başbakan, Dışişleri Bakanı, İçişleri Bakanı ve Genelkurmay Başkanı toplantı halindedirler. Konu, Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel Paşa’nın Doğu ile ilgili raporunun konuşulması. Özet olarak, Kürtler silahlanmışlar; devlete başkaldırabilirler; tedbir olarak beş bin veya iki bin beş yüz kişiyi toparlayıp imha edelim veya kamplarda alıkoyalım, fikri tartışılıyor. Fatin Rüştü Zorlu görüşlerini şöyle dile getiriyor: ‘Biz Batı demokrasisini kabul etmiş bir ülkeyiz. İnsan Hakları Beyannamesi’ni imzalamış bir devletiz. Devletimizin kolluk görevlileri ve yargı mercilerimiz var; suç işleyen vatandaşları yargılayıp cezalandırabiliriz. Ama hukuk dışı bir uygulamaya asla razı olamam. Zaten bu halimizle bile Batı’ya durumumuzu zor izah edebiliyorum.’ Bunun üzerine Adnan Menderes de kendisini destekleyen bir konuşma yapıyor. Ancak Reisicumhur Celal Bayar, konuya değişik bir açıdan bakıyor: “Raporu komutanımızdır. Ya bu raporu inanıp uygulayacağız veyahut inanmayıp Kara Kuvvetleri Komutanı’nı görevden alacağız.” der.” (Ferzende Kaya, Mezopotamya Sürgünü, Anka Yayınları, İstanbul 2003, s. 133). İşte Reisicumhur Celal Bayar’ın, Cemal Gürsel hakkındaki olumsuz kanaatinin ve onun Genelkurmay başkanlığı’na sıcak bakmamasının edeni bu rapordaki şiddet içeren unsurlardır.

13 Temmuz 2008 tarihli Taraf gazetesinde çıkan “Kımıl Olayından 49’lar Davasına” başlıklı yazıda, Kürtler’den bin tanesini sallandırma sözünün Celal Bayar’a mal edildiğini görüyoruz.

BAYAR’IN ŞARK RAPORU • 1993 yılında da Aktüel dergisinde Yaşar Kaya ile yapılan bir röportajda aynı iddia vardı. Tekzibini isteyerek yasal dava açmış ve davayı kazanmıştık. Şimdi de aynı şey tekrarlanıyor! Ortada bin Kürt’ü asmalı diye şiddet içeren bir söz ve bu sözü söylediği ifade edilen tarihe mal olmuş iki kişi var: Bayar ve Gürsel. Bir yanda, 1936 yılında yazdığı Şark Raporu’nda Celal Bayar: “Hariçten sokulmaya çalışılan politikanın zararlı cereyanlarını kırmak ve bu yurttaşları anavatana bağlamak için devamlı çalışmak ister. Kendilerine yabancı bir unsur oldukları resmî ağızlardan da ifade edildiği takdirde, bizim için elde edilecek netice, bir tepkiden ibaret olabilir. Bugün Kürt diye bir kısım vatandaşlar okutturulmamak ve devlet işlerine karıştırılmamak isteniliyor” diye yazmaktadır. (Celal Bayar, Şark Raporu, Kaynak Yayınları, İstanbul 2006, s. 63-65).

Yine 6 Mayıs 1950 yılında Diyarbakır ve Elazığ’daki konuşmasında da: “Demokrat Parti vatandaşlar arasında hangi ırk ve dinden olursa olsun Cumhuriyet kanunlarına itaat edilmesi şartıyla vatandaşlar arasında bir fark gözetmemektedir. Zaman zaman bazı kimselerin zihinlerinde bir şüphe belirmektedir. Acaba bu memleket sakinleri arasında şarklı ve garplı bir fark var mıdır? Varsa bunu kökünden söküp atmak lazımdır. Nazarımızda ne şark garp, yerine kül halinde memnun edilmesi icap eden milletimiz vardır” demektedir. (Celal Bayar’ın Seçim Konuşmalarındaki Söylev ve Demeçleri, Türkiye İş Bankası Yayınları, Kasım 1999, s. 58).

CEMAL GÜRSEL’İN TEHDİDİ • Diğer taraftan, Cemal Gürsel’in şiddet içeren sözlerinden örnekler verebiliriz: 27 Mayıs’tan hemen sonra temmuz ayı başlarında Demokrat İzmir gazetesinde “Gerekirse sel gibi kan akıtırım” diyen sözleri yer alıyordu. Yassıada döneminde, iktidarın bütün mensupları adada tutuklu iken, bazı Demokrat Parti üyesi vatandaşlar, karşı sahillerden Yassıada’ya bakıp, denizden bir tünel açarak adadakileri kaçırsak, diye hayal kuruyorlar. Bu hayalleri ciddiye alan darbeciler Yassıada’daki Demokrat Partililer’i kaçıracaklardı diye haklarında dava açıyorlar. “Tünelciler Davası” adı ile açılan bu dava aylarca sürüyor... Bu davanın açıldığı bildirilen günlerde Cumhurbaşkanı mevkiindeki Cemal Gürsel “Adaya çıkarlarsa et ve kemik yığını bulurlar” açıklamasını yapıyor. Gazete manşetinden verilen bu bildiri Yassıada’da yakınları bulunan ailelere gözdağı vermesinden öte, şiddete ne kadar kolaylıkla meyledebildiğini göstermektedir. 49’lar davasıyla ilgili şiddet sözleri Bayar’a ait olmuş olsaydı, 27 Mayıs darbesinden sonra kurulan Yassıada mahkemelerinde bu sözler dava konusu olurdu. Bayar’ı bu düşünceler içinde göstermek ve bu sözleri ona atfetmek, 27 Mayıs sürecinin çarpıtmalarından ve o günlerin iftiralarından birisidir. Aynı iftiraların devam ettirilmesi üzücü ve düşündürücüdür. Taraf gazetesinin ve dayandığı kitap yazarının bu sözleri geri almasını ve tekzip etmesini beklemekteyiz.”

CEMAL GÜRSEL SÖYLEMİŞ OLABİLİR Mİ? • Yukarıdaki mektup kısaca şunu söylüyor: “Evet, ortada ‘beş bin veya iki bin beş yüz kişiyi toparlayıp imha edelim veya kamplarda alıkoyalım’ şeklinde bir fikir vardır (ki ben yazımda ‘bin kişi’ demiştim) ama bu fikir babam Celal Bayar’a değil, o sırada genelkurmay başkanı olan Cemal Gürsel’e aittir.” Böyle korkunç bir teklifin yapıldığının bir kez daha teyidi çok sarsıcı bir durum, üstelik bir fikir duyanlar tarafından hiç de şiddetli bir eleştiri görmemiş ama şimdilik meselemiz bu değil, fikrin kime ait olduğunu tespit etmek.

Peşinen söylemeliyim ki bu fikrinin Celal Bayar’a değil de, Cemal Gürsel’e ait olduğu iddiası yabana atılır gibi değil. İlk ağızda, sevenleri tarafından ‘Aga Cemal’ diye anılan Gürsel, hem Erzurumlu Alevi Kürdü olduğundan, hem de yumuşak ve sevimli karakteri yüzünden, bu kadar gaddar bir teklifte bulunmuş olamaz diye düşünenler olabilir ancak, tekzip edilen yazımızda anlattığımız Sivas Kampı zaten Kürtlere karşı ne kadar sert olabileceğini gösteriyordu. Dahası, Cemal Gürsel, 16 Kasım 1960 tarihli İsveç gazetesi Dagens Nyheter’de çıkan demecinde şu tehdidi savurmuştu: “Eğer yola yordama gelmezlerse, dağlı Türkler (Kürtler) rahat durmazlarsa, ordu, şehir ve köylerini bombalayıp yıkmakta, tereddüt etmeyecektir. Öyle bir kan gölü olacaktır ki, onlar da ülkeleri de yok olacaktır.” (Aktaran İsmail Beşikçi, Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi ve Kürt Sorunu, Yurt Yayınları, 1978, s. 197.) Dolayısıyla, yerim sınırlı olduğu için söz konusu yazımda yer veremediğim bu demece rağmen, benim deyimimle ‘bin kişiyi sallandıralım’ fikrinin Celal Bayar’a değil de Cemal Gürsel’e ait olabileceğini düşünmemem bir hataydı. Kaynaklar ağırlıklı olarak Bayar’ı işaret etseler de şimdi ‘neden Gürsel de olmasın?’ diyorum.

CEMAL GÜRSEL’İN GARİP ÖNSÖZÜ. Söz konusu fikrin Celal Bayar’a ait olma ihtimalini irdelemeden önce, Cemal Gürsel’in Kürt meselesine ilişkin tavrına dair bir olayı daha anlatmak istiyorum. Pek bilinmez ama, 27 Mayısçılar, kamplar ve tehditlerin yanı sıra 1930’ların Türk Tarih Tezi ve Güneş-Dil Teorisi çerçevesindeki kültür politikalarını güncellemeyi de ihmal etmemişlerdi. Bu amaçla Kürtlerin aslen Türk olduğunu ileri süren Mehmet Şerif Fırat’ın, ilk baskısı 1948’de yapılan Doğu İlleri ve Varto Tarihi isimli kitabını okullarda yardımcı ders kitabı olarak tavsiye etmişler ve 1961’de 2. baskısını yaptırdıkları kitaba bizzat Cumhurbaşkanı Orgeneral Cemal Gürsel bir ‘sunuş’ yazmıştı.

Sunuşa geçmeden önce yazar ve kitabı ile ilgili bir ön bilgi vermek istiyorum. Zazaca konuşan Alevilerden oluşan Vartolu Xormek (Hormek) Aşireti’nden olan Mehmet Şerif’in adı ilk kez 6 Kasım 1947’de Tanin gazetesinde yayınlanan “İrtica Yılanı Uyanıyor” başlıklı makale ile duyulmuştu. Uzun makalede özetle o sırada Demokrat Partili (DP) adına bir yurt gezisine çıkan Celal Bayar’ın Erzurum’da ‘Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza ve adamları tarafından bir şeriatın kurtuluş orduları komutanı gibi’ karşılanması anlatılıyor ve Ankara’ya Cumhuriyet’in zehirlendiği uyarısı yapılıyordu. Yıllar sonra Abdülmelik Fırat, söz konusu makaleyi aslında CHP’nin Erzurum Milletvekili Cevat Dursunoğlu’nun yazdığını söyledi. Mehmet Şerif’i çok yakından tanıyan bir başka tanık ise, Gürsel’in sunuş yazdığı kitabına son şeklini verenin CHP Genel Merkezi olduğunu ekleyecekti. Yani Mehmet Fırat, çok partili rejime gönülsüzce de olsa geçmek zorunda kalan CHP’nin, DP’nin önünü kesmek için kullandığı unsurlardan biriydi. (Aktaran Ruşen Arslan, Şeyh Said Ayaklanmasında Varto Aşiretleri ve Mehmet Şerif Olayı, Doz Yayınları, 2006)

MALUM TEZ • İşte ‘resmî tarih’in süzgecinden geçmiş bu kitaba Cemal Gürsel’in yazdığı uzun önsözden bir bölüm: “...Bugün Milli Eğitim Bakanlığımızca 2. baskısı yapılan bu eserin bütün Türk aydınları tarafından okunması büyük faydalar sağlayacaktır. Çünkü bu eser, Doğu Anadolu’da oturan, Türkçe’ye benzemeyen bir dil konuştukları için kendilerini Türk’ten ayrı sayan, bilgisizliğimiz yüzünden bizim de öyle sandığımız vatandaşlarımızın su katılmamış Türk olduklarını bir defa daha ispat etmektedir. Hem de inkârına imkân bırakmayan ilmi deliller ile (...) Dünya yüzünde ‘Kürt’ diye adlandırılabilecek müstakil hüviyetli bir ırk yoktur. Kürtler, yalnız vatandaşımız değil, soydaşımızdır da. Fakat asırlarca devam eden kötü idare ve ihmaller, onların da kapalı yaşama itiyatları maalesef bu neticeyi doğurmuştur. Türk Milletini ve Türk Vatanını parçalayarak yok etmek sevdasında olanlar, bundan faydalanmanın peşinde koşuyorlar.... Doğu İlleri elimizden çıkarsa Orta ve Batı Anadolu’da tutunmamız kolay olmaz. Bu dava, Türk Vatanı ve Türk Milletinin istikbali bakımından son derece ciddidir...”

YANLIŞLAR • Cemal Gürsel’in aynı önsözde, ‘bilgin ve idealist öğretmen’ diye tanımladığı Mehmet Şerif Fırat’ın bu kitabı yayınladıktan bir hafta sonra “parlattığı meşalenin aydınlığından korkanlar tarafından insafsızca şehit edildiğini”, “zavallı yazarın hangi vatan köşesinde gömülü olduğunu dahi” bilmediğini iddia etmesi ise en az ‘Kürt yoktur’ iddiası kadar ilginçti. Çünkü, Mehmet Şerif, çok zeki ve bilgili bir kişi olmakla birlikte, tahsili yetmediği için ancak vekil öğretmenlik ve tahrirat katipliği yapabilmişti. Kitabının ilk baskısı 11 Haziran 1948’de yapılmış, öldürülmesi ise bundan bir hafta sonra değil, 1 Temmuz 1949’da olmuştu. ‘Parlattığı meşalenin aydınlığından korkanlar’ tarafından değil, içinden geldiği Xormek aşiretinin liderliği için yarıştığı amcası Halil Ağa tarafından öldürülmüştü. Mezarı meçhul bir yerde değil, başından beri öldürüldüğü Kasman köyündeydi. Anlaşılan, birileri, koskoca Cumhurbaşkanı’nı ‘tarihi tahrif etme’ işinde başarıyla istihdam etmişti. Şimdi tekrar ‘Kürtleri imha fikrinin’ sahibinin kim olabileceği sorununa gelelim.

FİKRİN BAYAR’A AİT OLMA İHTİMALİ HİÇ Mİ YOK? • Bence var. Hatta daha ağırlıklı olarak var. Çünkü Sayın Gürsoy’un babasının masumiyetine karine olarak gösterdiği 1936 tarihli ‘Şark Raporu’ gerçekten de, Cumhuriyet tarihi boyunca bu konuda hazırlanmış raporlar arasında en rasyonel, en yapıcı olanlardan biri, ama Sayın Gürsoy’un aktardığı bölüm ‘Hülasa mütegalibenin aileleriyle beraber yerlerini değiştirmek esaslı ve iyi bir politikadır” diye bitiyor. Fakat daha önemlisi, Celal Bayar, 1935’te çıkarılan ‘Tunceli Kanunu’na tepki gösteren Dersim’deki (bugünkü Tunceli havalisi) Kürt aşiretlerinin başkaldırısı sertlikle bastırılıp, liderleri Seyyit Rıza asıldığında belki sadece iki aylık başbakandı ama Ağustos 1938’de ‘Dersim müşkülesinden ebediyen kurtulmak üzere’ Elazığ-Dersim-Palu bölgesinde, bombardıman uçaklarıyla desteklenen üç kolordu tarafından yürütülen harekâtın birinci derece sorumlusu idi ve harekâta bizzat katılmıştı. (1937’de bomba atan uçaklardan birini Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen kullanıyordu.)

DERSİM HAREKÂTI • Resmî rakamlara göre yüzlerce; gayri resmî rakamlara göre binlerce kişinin ölmesi ve binlerce ailenin sürgüne gönderilmesiyle biten harekâtın Dersim Kürtleri tarafından ‘soykırım’ olarak adlandırılmasını, Sayın Gürsoy ‘abartılı’ veya ‘yanlı’ bulabilir diye kendisinin daha çok güven duyacağı başka bir kişinin şahadetine başvuracağım. Bu kişi, o sırada, 19. Piyade Alayı’nda stajyer olarak görev yaparken Dersim’e gönderilen, geleceğin Hava Kuvvetleri Komutanı ve Tabii Senatörü, 12 Mart Muhtırası’nın imzacılarından Muhsin Batur. Batur, bir mülakatında okuyucularından özür dileyerek yaşantısının bu bölümünü anlatmaktan kaçınacağını söylemiş, bunun nedeni sorulduğunda, “Dersim’de tanık olduğu şeylerin bir devlet sırrı olarak kendisinde kalacağını; ancak o dönemde o yörede tanık olduğu ‘şeyleri’ günümüzde de yapılan ve karşısında olduğu ‘şeyler’ olarak niteleyip sözlerini noktalamıştı. (Aktaran Musa Anter, Anılarım Doz Yayınları, 1990, s. 44.) Batur’un telaffuz etmekten kaçındığı ‘şeyler’ den biri, daha sonra resmî çevrelerin de kabul ettiği gibi, zehirli gaz kullanılması idi. Bir diğeri, isyancı aşiretlerin kadın, çocuk demeden Munzur çayına atılmaları idi. Harekâtın ayrıntılarını merak edenler İsmail Beşikçi’nin Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi, (Belge Yayınları, 1990) adlı kitabına bakabilirler.

EGE KAÇIRTMASI • Öte yandan, Celal Bayar’ın aleyhine karineleri geçmişte de bulabiliriz. Kendisinin daha İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Ege Bölgesi ‘Kâtib-i Mesul’ü iken bazı nahoş işlere imza attığını biliyoruz. Bu işlerden en ünlüsü görünüşte Balkanlar’dan gelen Müslüman muhacirlere yer açmak için 1913-1914 arasında Ege Bölgesi’nde yaşayan Rum ahaliyi Ege Adaları’na ve Yunanistan’a ‘kaçırtma’ olayıydı. (Ayrıntılı bilgi için bakınız Celal Bayar, Ben de Yazdım, C. 5, Baha Matbaası, 1967, s. 1568- 1579.) Gayrimüslim azınlıkları ‘dahili tümörler’ olarak niteleyen Kuşçubaşı Eşref’in sözleriyle “Ege havalisindeki temizleme işini, Ordu olarak Pertev Paşa’nın (Sayın Pertev Demirhan) kumandasında olan Dördüncü Kolordu’nun Erkânı Harbiye Reisi Cafer Tayyar Bey (rahmetli General Cafer Tayyar Eğilmez), mülkî amir olarak İzmir Valisi Rahmi Bey (merhum), İttihat ve Terakki Fırkası namına da mes’ul murahhas Mahmut Celâl Bey (sabık Reisicumhur Celâl Bayar) ifa edeceklerdi. Devletin bütün kuvvetleri, bu plânın tatbiki için Harbiye Nezareti’nin ve Başkumandanlığın verdiği emirlere göre hareket edeceklerdi.” (Kuşçubaşı Eşref, I. Dünya Harbinde Teşkilat-ı Mahsusa ve Hayber’de Türk Cengi, Ercan Yayınları, 1962, s. 62)

KAÇ KİŞİ KAÇIRTILDI? • İşin teknik kısmı Kuşçubaşı’na ve çetelerine düşmüştü. Celal Bey’in görevi ise, ‘Rum kaçırtması’ndan sonra geriye kalacak mal ve mülklerin yönetimiydi. Osmanlı Meclisi Mebusanı Başkanı Halil Menteşe, bu olayı açıklamak için “Talat Bey hıyanetleri görülen unsurlardan memleketi temizlemeyi öne almıştı” der. Halbuki, bu işlerin yapıldığı günlerde ne Rum halkının Osmanlı Devleti’ne ihaneti, ne başka bir devlete tabiiyeti, ne de Yunan askerinin Batı Anadolu’yu işgali söz konusuydu. Yani bir devlet, kendi vatandaşını, kendi tebaasını, ülkeden zorla çıkarmaya çalışıyordu.

1913-1914’te Ege’den ‘kaçırtılan’ Rum nüfus konusunda kesin bir bilgi yok. Celal Bayar sadece İzmir civarından 130 bin dolayında Rum’un göç ettirildiğini söyler. Osmanlı Meclisi Mebusan Başkanı Halil (Menteşe) Bey, 200 bin sayısını verir. ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Henry Morgenthau ise tahminlerin 200 bin ile bir milyon arasında olduğunu iddia eder.

İŞİN ACI YANI • Benim yukarıda kısaca özetlediğim bu hikâyelerden çıkardığım şu: Celal Bayar ve Cemal Gürsel özel hayatlarında çok yumuşak, çok sevecen kişiler olabilirler, ancak her ikisi de, Ermeni, Rum veya Kürt meselesi gibi ‘milli’ davalarda, en gaddar yöntemleri kullanmaktan çekinmeyecek kadar sert ideolojik çekirdeklere sahipler. Bu açıdan 1959’da binlerce Kürt’ün imha edilmesi ya da toplama kamplarına yerleştirilmesi fikrinin her iki cumhurbaşkanından da çıkması ihtimali eşit görünüyor. Zaten kimin söylediğinden daha önemli olan konu, Türkiye’nin en temel sorunlarından birini ‘çözmek’ deyince aklına ‘beş bin veya iki bin beş yüz Kürt’ü toparlayıp imha etmek veya kamplara koymak’ gelen cumhurbaşkanlarına ya da genelkurmay başkanlarına sahip olmamız…
 

Thursday, March 7, 2013

Emma Goldman



8 Mart kadınlar günü yaklaşırken bu yazı, ünlü anarkofeminist Emma Goldman'ın hakkındaki bilgilerimizi anımsamak için derlenmiştir. Emma Goldman'ın biyografisine geçmeden önce, cinsiyet siyasetini anarşizmle birleştirmesiyle hatırlanan, siyasi çözümün cinsiyetler arasındaki eşitsiz ve baskıcı ilişkilerden kurtulmak için yeterli olmadığını, değerlerin, özellikle de kadınların kendi aralarında muazzam bir şekilde değişmesi gerektiğini dile getirdiği yazılarından alıntılarla başlayacağım.

"Halk her gün yeni oyuncaklara sahip olması gereken şımarık bir çocuğa benziyor. Ancak renkli oyuncaklar haline getirildiğinde, kısacık, ilgileniyor önüne getirilenle. Beyaz köle ticaretine yükseltilen "ahlakçı" haykırış da böyle bir oyuncak. Kadın ticareti yeni oluşmuş bir durum değil. Sebebi ise sömürüdür. Düşük ücretli emek sayesinde sömüren, böylece binlerce kadını fuhşa sürükleyen kapitalizmdir. Haftada bir kaç şilinge çalışmak yerine fuhuş tercih etmek zorunda bırakılıyor kadınlar. Reformcular bu gerçeğin gayet farkındalar ancak olayın kökenine inmektense ikiyüzlülük oyunu oynamak ve incinmiş ahlak pozları atmak çok daha karlı bir yol onlar için.
"Varolan koşulların iyileştirilmesine ancak, fahişenin yasal ve ahlaki yönden izini sürmekten kendini kurtarmış, eğitilmiş bir kamuoyu katkıda bulunabilir. "
" Din tarihini inceleyen her kafası çalışan insanın bildiği gibi, fuhuş din kökenlidir. Yüzyıllarca bir utanç değil erdem olarak korunmuş ve beslenmiş, tanrıların kendilerince bile bir erdem olarak selamlanmıştır. "
"Evlilik genellikle iktisadi bir düzenlemedir; Kadına bir sigorta poliçesi, erkeğe küçük bir oyuncak ve kendi türünü sürdürme aracı sağlar. Aslında evlilik, kadını bir parazit, bağımlı ve çaresiz bir hizmetkâr hayatına hazırlarken, erkeğe bir insanın hayatı üzerine ipotek hakkı verir. Sigorta poliçesinden tek farkı daha bağlayıcı olmasıdır. Sağladığı getiri ise yok denecek kadar azdır. Evlilik sigortası kadını hayat boyu bağımlılığa, asalaklığa, hem bireysel hem de toplumsal olarak mutlak yararsızlığa mahkûm eder.'' 
''Özgür aşk? Sanki aşk özgürden başka bir şey olabilirmiş gibi. İnsanoğlu beyni satın aldı ama dünyanın bütün milyonları aşkı satın almayı başaramadı. İnsanoğlu bedenleri tutsak etti ama yeryüzünün bütün iktidarı aşkı tutsak etmeyi başaramadı. İnsanoğlu koca koca milletleri fethetti ama bütün ordularını bir araya getirse yine de aşkı fethedemezdi.İnsanoğlu ruhu zincire vurdu, zindana kapattı ama aşkın önünde çaresiz kaldı.Dünyanın en zengin insanı bile olsa eğer aşk ona yüz vermezse insanoğlu yoksul ve üzgün olacaktır.Aşkın büyük gücü bir dilenciyi kral yapmaya yeter.Aşk özgürdür ve özgürlükten başka hiç bir ortamda yaşayamaz.Yeryüzündeki tüm mahkemeler bir araya gelse, bir kez kök salmış aşkı toprağından söküp çıkaramaz. Bir gün gelecek, büyük güçlü ve özgür erkeklerle kadınlar, bir dağın doruğuna tırmanıp orada, aşkın altın ışıkları altında birbirlerinden almaya, vermeye, birleşmeye, hazır olarak buluşacaklar. Böylesine bir gücün, erkeklerin ve kadınların hayatlarına neler katabileceğini yaklaşık olarak bile kestirebilmek bugünkü hayal gücümüzü ve şiir dehamızı aşıyor. Eğer günün birinde gerçek arkadaşlığa ve iki kişinin tekliğine tanık olunacaksa, onları yaratan evlilik değil aşk olacaktır."
"ilk olarak, kendilerini bir seks metası olarak değil, kişilik (sahibi bireyler) olarak değerlendirerek. İkincisi, kendi bedeni üstünde kimsenin hak iddia etmesini kabul etmeyerek; tanrı, devlet, toplum, koca, aile vb. 'nin hizmetkârı olmayı reddederek; kendi yaşamını daha basit, ancak daha derin ve zengin yaparak. Yani, tüm karmaşıklıklarıyla yaşamın anlamı ve içeriğini kavramayı deneyerek, kendini kamusal görüşün ve kamusal kınamanın (dışlamanın) korkusundan kurtararak. Kadını seçim sandıkları değil, ancak anarşist devrim özgürleştirecektir; anarşist devrim onu dünya'da daha önce görülmemiş bir güç, özgür erkekler ve kadınların oluşmasını sağlayacak kutsal ateşten bir güç haline getirecektir."
27 Haziran 1869'da, Rusya kontrolündeki Kaunas, Litvanya'da bir Yahudi gettosunda doğdu. Emma daha 13 yaşındayken ailesi ile birlikte St. Petersburg'a taşındı. Kısa bir süre sonra II. Aleksander'ın öldürülmesiyle başlayan siyasi kargaşa ve baskıdan Yahudiler de etkilendi ve katliamlara maruz kaldı. Aile bu karışık ortamda maddi sıkıntılar yaşadı ve Goldman, okulu bırakmak zorunda kalarak bir fabrikada çalışmaya başladı. İlk kez devrimci düşüncelerle burada karşılaştı, ayrıca Çernişevski'nin "Ne Yapmalı?" adlı eserinden çok etkilendi ve bu ileride oluşacak olan anarşist düşüncelerinin temelini oluşturmaya başladı.

15 yaşında babasının onu evlendirme fikrine karşı çıktı ve 17 yaşında ailesinin isteği üzerine kız kardeşi Helena ile birlikte ABD'ye göç etti. Burada bir tekstil fabrikasında birkaç yıl çalıştı.4 Mayıs 1886'da Chicago'daki Haymarket Meydanı'nda anarşistler tarafından örgütlenen bir mitingde bir polis grubunun içine bomba atılmasının ardından beş anarşistin tutuklanması ve "anarşist oldukları için" dördünün idam edilmesi, birininse idamından hemen önce kendi hayatına son vermesi oldu. 

Bu olaylar sadece bir kuşağın vicdanını şekillendirmekle kalmadı; Emma Goldman'ın köklü bir dönüşüm geçirmesine de yol açtı. Haymarket olaylarından* sonra anarşişt fikirlere karşı ilgisi artı.1887'de yine fabrika işçisi olan Jacob Kersner ile evlendi. Fakat anarşist harekete girişi ile bu evliliği kısa sürdü. Ailesi ve kocasını terk ederek önce New Haven, Connecticut'a sonra New York City'ye gitti.

Burada almanca olan anarşist bir gazetenin yöneticisi olan Johann Moss ile arkadaş oldu. Moss onu konferans turnesinde görevlendirdi ve sekiz saatlik iş günü kampanyasının yetersizliğinden bahsetmesini istedi. Kapitalizmin tamamen yıkılmasının, talep edilmesi gerektiğini savundu. Sekiz saatlik işgünü kampanyası yanlızca bir saptırmaydı.Goldman halk toplantılarda bu mesajı hakkıyla aktardı.Ancak, Buffalo'da yaşlı bir işçi şu soruyla ona meydan okudu; "Onun yaşındaki bir adam ne yapacaktı? Muhtemelen kapitalizmin yıkılmasını göremeyeceklerdi. Nefret edilen işten belki bir iki saatlik kurtuluşu da elde edemezler miydi?"

Bu yıllarda eylemli propaganda düşüncesini destekledi ve ABD'deki anarşist hareketin önemli figürlerinden olan Alexander Berkman ile tanıştı. Beraber yaşamaya başladı. 1892'de de Berkman ile birlikte çelik grevi sırasında, fabrikadan attığı işçilerin yerine 300 grev kırıcıyı almaya niyetlenen fabrika müdürü Henry Clay Frick'i suikast planları yaptı, silah satın almak için gerekli parayı kazanmak amacıyla on dördüncü caddede fahişelik yapmaya karar verdiyse de bunu asla yapamayacağını anladı ve sonunda kız kardeşinden borç aldı.Fakat plan başarısızlıkla sonuçlandı. Henry Clay Finch yaralanarak kurtuldu. Berkman 22 yıl hapse mahkum edildi. Başarısız suikast girişiminden sonra Berkman'ı savunmak için elinden geleni yaptı, fakat bu girişimleri devletin,ona karşı cephe almasına yol açtı.


"İş isteyin. Eğer iş vermezlerse, ekmek isteyin. Eğer ekmek vermezlerse, ekmeğinizi alın." söylemi ile işçileri kışkırttığı için 1893 yılında tutuklandı ve 1 yıl tutuklu kaldı. Emma Goldman, ilerleyen yıllarda, "doğum kontrolü" hakkında bilgilendirici dökümanlar dağıttığı için hapse atıldı; fakat hayatı boyunca altı kez hapse atılan Emma Goldman en uzun cezayı Askerlik Karşıtı Liga'nın kuruluş faaliyetlerine katıldığı ve Birinci Dünya Savaşı'na karşı yürüyüş düzenlediği için aldı. Berkman ile birlikte 1917'de zorunlu askerliği engellemek için komplo kurmaktan tutuklandı ve 2 yıla mahkum edildi. Bunun ardından Amerikan vatandaşlığından çıkarıldı ve 1919'da Rusya'ya sürgün edildi. 

Sınırdışı edilmesinin olumlu yanı ise, Rus devrimine ilk elden tanıklık yapabileceği Rusya'ya serbest bir bilet almış olmasıydı. Goldman, 1.Enternasyonal'deki anarşist ve komünist ayrılığına rağmen, Rusya'ya vardığında Goldman Bolşeviklerin tarafında yer aldı.Devrim arşivleri için belge toplamak üzere ülkeyi dolaşırken tanık olduğu politik baskı, zorunlu çalışma ve bürokrasi gibi nedenlerden dolayı Bolşeviklere duyduğu yakınlığı yitirdi ve Mart 1921'de ayaklanan Kronştad'lı denizcilerin ayaklanmasının Kızılordu ve Troçki'nin saldırısına maruz kalarak kanlı bir şekilde sonuçlanması sonucu Aralık 1921'de Rusya'yı terk eden Goldman bulgularını iki çalışmada ortaya koydu "Rusya'daki Hayal Kırıklığım"** ve "Rusya'daki İlave Hayal Kırıklığım"**. şöyle diyordu; "tüm tarih boyunca otorite, hükümet ve devlet, daha önce bu kadar içsel olarak statik, gerici ve hatta karşı-devrimci olmamıştı. Kısacası, devrimin bizzat anti-tezi.''

Rusya’da geçirdiği zaman, onun amaç aracı haklı çıkarır şeklindeki eski inancını yeniden değerlendirmesine yol açtı. Goldman şiddetin toplumsal dönüşüm sürecinin de zorunlu bir şeytanlık olduğunu kabul ediyordu. Ancak, Rusya'daki deneyimi onu bir ayrım yapmaya zorladı."Geçmişte her büyük siyasi ve toplumsal değişimin şiddeti gerektirdiğini biliyorum... Ancak bir çarpışma sırasında savunma aracı olarak şiddete başvurmak bir şey. Terörizmi bir ilke haline getirmek, onu kurumsallaştırmak, ona toplumsal mücadelede en hayati yeri vermek bambaşka bir şey. Böylesi bir terörizm karşı-devrimi besler ve sonuçta kendisi giderek karşı-devrim haline gelir. Rusya’dan ayrılan Goldman ve Berkman'ın Amerika'ya dönmelerine izin verilmedi. Berkman Fransa'ya, Goldman ise İngiltere'ye yerleşti. Burada kaldığı süre içinde Bolşevikleri eleştirdiği için tepki gördü. 1925'te Welshli yaşlı bir maden işçisi sınır dışı edilebileceğini işittiği Goldman'a anlaşma evliliği teklif etti. Bu sayede Goldman pasaport çıkartarak Fransa ve Kanada seyahatine çıkmayı başardı. 1931'de iki ciltlik Hayatımı Yaşarken isimli otobiyografisini yazdı. 1934'te Birleşik Devletler'de bir konferans turu yapmasına izin verildi 

Emma Goldman'ın anarşizm mücadelesiyle dolu yaşamının son yıllarında yaşadığı en büyük deneyim oldu. Berkman'ın intihar etmesi ve faşizmin yükselişiyle sarsılan Goldman, 1936'da, 67 yaşında mücadeleye katılmak için Barcelona'ya gitti.Liberter gençlerin gösterisinde şöyle diyordu; "Devriminiz, anarşizmin kaosu temsil ettiği sanısını ebediyen yıkacaktır". 1937'de cnt-fai'nin koalisyon hükümetine katılmasını ve savaş çabası uğruna komünistlerin gücünü arttıracak tavizler vermesini onaylamadı. Ancak anarşistlerin hükümete katılmasını ve askerileşmeyi kabul etmesini kınamayı reddetti, çünkü bunun alternatifinin o dönemde komünist bir diktatörlük olduğunu hissediyordu.CNT-FAI ile birlikte çalıştı; bültenlerinin İngilizce baskısını yaptı ve onların davasını İngiltere'de savunma görevini üstlendi.

1940'ta Kanada'nın Toronto kentinde felç geçiren Emma Goldman bundan üç ay sonra, 14 Mayıs 1940'ta hayata veda etti. Cesedi, Haymarket olaylarının ardından idam edilen ve ona ilham kaynağı olan anarşistlerin mezarlarının yakınına gömüldü.

*Haymarket Olayı:1886'da Şikago'da toplanan Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu, 8 saatlik işgünü için 1 Mayıs'ı grev ve 8 saat uygulamasını fiili olarak hayata geçirme günü olarak belirledi.1 Mayıs 1886'da, grev ve gösterilere yarım milyon işçi katıldı. Siyahlar ve beyazlar arasındaki dayanışma da o gün en yüksek noktaya ulaştı.Grev ve gösteriler, 1 Mayıs'tan sonra da sürdü. İşçilerin çoğu 3 Mayıs'ta sokaklara çıktılar. McCormick'e ait fabrikadan atılan ve grevde olan işçiler de miting yaptılar. Miting sona ermek üzereyken McCormick fabrika düdüğünü çalarak, içerdeki grev kırıcıları dışarı çıkarttı. Grev kırıcıları protesto etmek için bir grup işçi fabrikaya yöneldi. İşçilere ateş eden polis, 4 işçinin ölmesine, onlarcasının yaralanmasına neden oldu.Bu saldırıyı protesto etmek için 4 Mayıs'ta Haymarket Alanı'nda miting düzenlendi. Miting tam dağılırken, kürsünün önüne, nereden geldiği belli olmayan bir bomba atıldı. Hemen polisin önünde patlayan bomba nedeniyle 7 polis öldü, 69'u ise yaralandı. Yüzlerce işçi asılsız ithamlarla tutuklandı.1889`da toplanan İkinci Enternasyonal'de Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs gününün tüm dünyada Birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak kutlanmasına karar verildi.


**Stockholm’de başlayıp Almanya’da bitirdiği Rusya üzerine esas kitabı olan My Two Years in Russia’yı (Rusya’daki İki Yılım) yayımlanması için Amerika’daki yayımcılara yolladı. Ne var ki, Emma Goldman’ın kitabı Amerika’da hem değişik bir adla, hem de eksik basıldı. Emma Goldman, bunu Hayatımı Yaşarken adlı hatıratının 2. cildinde şöyle anlatır:

“Amerika’da yayınlanan kitabımın son on iki bölümü basılmamış ve ismi de değiştirilmişti. Son bölümler ve özellikle belirleyici olan Sonsöz basılmadığından, içeriğinden çok şey yitirmişti. Kitabın adı olan My Disillusionment in Russia (Rusya’daki Hayal Kırıklığım) okuyucuda, benim, Komünist Devlet’in sahte-devrimci yöntemlerinden dolayı hayal kırıklığına uğradığım değil, Devrim’den hayal kırıklığına uğradığım izlenimini yaratıyordu. Kitabın asıl ismi, “Rusya’daki İki Yılım” dı. Stella aracılığıyla gönderdiğim basın açıklamasında, elyazmalarımın kırpıldığını belirttim ve Harry Weinberger’e, yayıncılardan açıklama talep etmesini isteyen bir telgraf çektim. Bu sorun çözülünceye kadar satışın durdurulmasını istedim...
ALINTI

Saturday, March 2, 2013

Sömürgecilik Nedir



Sömürgecilik : Sömürge elde etmeyi, bir milletin diğer milletleri siyasi ve iktisadi" hakimiyeti altına almayı öngören siyasi anlayış. Müstemlekecilik.
Sömürge kelimesinin anlamı zamanla değişikliğe uğradı. Değişmeyen tek unsur, insanların terkettikleri ülkeyle yerleştikleri ülke arasındaki coğrafi süreksizlik düşüncesidir. Aslında, sömürgeleştirme amaç ve metotları büyük ölçüde değişmiştir. Sayısız ve çeşitli yasalarda yer alan bu değişikliklerden burada ancak bazı örnekler verilebilir.

Klasik ilkçağda sömürge hep, birbirine bağlı bir göçmen topluluğunun az veya çok uzaktaki bir toprak parçasına sahip çıkması biçiminde görüldü. Aslında sömürgeyi meydana getiren insanların siyasi ve askeri kaygıları yoktu. Onların anayurdu terketmeleri, verimli toprakları az olan Akdeniz ülkelerindeki nüfus artışından doğacak tehlikeleri önlüyordu.

Oikistes (kurucu) yönetimindeki bir göçmen topluluğu, «ana-site»den tamamıyla kopabilir ve Delphoi kâhinine danıştıktan sonra, birtakım belirli dini törenlerle yeni bir site kurabilirdi. Bu sömürgeleştirmenin ilham kaynağı Delphoi kâhiniydi. Böylece kurulan site de, bundan sonra artık tamamıyla egemen ve bağımsız duruma gelirdi.

X. yy. Yunan sömürgeleri (Ege denizi adaları, Küçük Asya kıyıları) veya M.Ö. VIII. yy. ile V. yy. arasında kurulan sömürgeler için de durum böyle olmuştur. İki devlet arasında, çoğu zaman ancak soy birliği, ortak dini gelenekler ve dil gibi duygusal bağlar devam eder ve bunlar çoğu zaman belli bir ticari, hattâ siyasi dayanışma yaratmaya yeterdi. M.Ö. 814'e doğru Sur'luların kurduğu Kartaca gibi birtakım Fenike sömürgelerinin gelişimi de böyle oldu. Başka durumlarda, göçmenler anayurtlarına bağlı kalırlardı. O zaman da, sömürge, anayurdun bir «ileri karakolu» durumunda olurdu.

Bu karakolun amacı, isyan çıkaran veya askeri önem taşıyan stratejik bölgeleri gözetim altında tutmak ve servet kaynaklarını değerlendirmekti. Eski Mısır'ın elde ettiği Nübye topraklarının durumu da bu tipe bağlanabilir. Eski Mısır'ın Nil'in kaynağına doğru yayılması, M.Ö. II. binyılda, daha Orta imparatorluk döneminde başlamıştı. Nübye, Mısır'a köle, altın ve hayvan sürüleri sağladı.

Buna karşılık Mısır'dan, Nübye'ye küçük memur, asker, tacir ve köylü toplulukları gitti. Bunlar ikinci çağlayanın yukarısına, Semneh'in içerilerine kadar yerleştiler. Böylece, Mısır'ın yerli halk üstündeki medenileştirici etkisi Beşinci çağlayanın ötesine, M.Ö. VIII. yy.da Mısır'a bir hanedan yetiştirmiş olan Kuş ülkesine kadar yayıldı.

Bunun en ünlü örneklerine Yunan ve Roma tarihlerinde rastlanır: Yunan klerukhia'ları ve Roma hukuku kolonileri (başlangıçta 300 yurttaş). Bu koloniler, önceleri deniz sınırlarını savunmakla görevliydiler, ama daha sonraları municipium durumuna geldiler.

Her iki durumda da, zaptedilen topraklara, askeri görevle yerleştirilen kolonlar, bağlı oldukları sitedeki yurttaşlık haklarını tamamıyla muhafaza ediyorlardı. Böylece, Roma hukuku kolonileri, cumhuriyet döneminde, idari alanda kısmen muhtar olmalarına rağmen (bir decemvir kurulunun yardımıyla çalışan bölgesel duumvir idaresi), bir Roma yurttaşının bütün medeni ve siyasi haklarını ellerinde tutarlardı: Jus connubii veya Romalı bir kadınla evlenmek hakkı; jus commercii veya menkul ve gayrimenkul her çeşit mal ticareti yapmak ve bu hakları adli makamlar tarafından da geçerli saydırtmak için legis actio hakkından yararlanmak yetkisi ve jus suffragii veya oy hakkı; jus honorum veya bütün yüksek görevlere seçilebilmek hakkı.

Bununla birlikte başka sömürgeler, bir anayurdun otoritesi altında bulunmalarına rağmen, anayurttaki yurt-taşlarıyla eşit haklara sahip değildiler. Roma, sömürgelerinden başka, kara sınırlarını da savunmak amacıyla Latin hukuku sömürgeleri de kurdu. Bu kolonilerde başlangıçta l 500 ilâ 6 000 Latin ve müttefik vardı. Öbürleri gibi idari muhtariyete sahip olan (hattâ müttefik toprağı bile sayılan) bu «Latin» sömürgeler, üyelerine kısıntılı bir yurttaşlık hakkı veriyordu.

Bu hak, M.Ö. II. yy. da, jus connubii (M.Ö. 268'de geri alındı) ve jus honorum dışında, Roma yurttaşının bütün haklarını kapsıyordu. Toplam olarak, 46 Latin sömürgesi ile Marius, Sezar ve Augustus'un kurdukları askeri nitelikteki sömürgelerle aynı zamanda oluşturulan 200'ü aşkın Roma sömürgesi vardı. Bununla beraber, Roma sömürgesi adı ve yasası, fahri bir unvan olarak da verilirdi.

Gerek Kartaca sömürgelerinde, gerek Helenistik krallıklarına bağlı Yunan-Makedonya sömürgelerinde, bir anayurtta sahip olunan hâkimiyet ve yurttaşlık haklarına rastlanmazdı. Bu ikinci sömürgelerde «site» sözünün hiç bir anlamı kalmamıştı. Kendi kaynaklarıyla yetinmeye çalışan Erken Ortaçağ derebeyliği (İskandinav ülkeleri dışında) sömürge kurmaya elverişli değildi. Ama XI. yy.daki nüfus artışları ve ticaretin gelişmesi ortaya yeni sömürge biçimlerinin çıkmasına yol açtı.

XII. yy.ın sonuyla XV. yy. arasına rastlayan bu dönemin en tipik kolonileri ile ticaret acentaları arasında büyük bir benzerlik vardı. Akdeniz'de İtalyan (Pisalı, Cenovalı, Venedikli) tacirleri, Baltık ve Kuzey Denizi ülkelerinde Alman Hansa birliğine bağlı tacirler, alışveriş ettikleri hükümdarlardan, ya bir şehrin bütününde (meselâ, Kırım'da Feodosiya'da Cenevizliler) veya yalnız bir semtinde (meselâ İstanbul'da Beyoğlu [Pera] ve Galata veya Londra'nın küçük Steelyard mahallesi) yerleşmek hakkını elde ettiler.

Bu şehir imtiyazları ya bir (Magusa'nın Cenevizlilere, Bergen'in Lübeck'lilere) veya birkaç (Don Kıyısında Tana) millete verilir ve bunlar, genel olarak bir sömürge başkanının sorumluluğu altında geniş bir adli muhtariyete sahip olurlardı. Bu «konsül»lerin yargılama yetkisi, çoğu zaman, ayrı kökenli tacirlere kadar uzanıyordu. Bunlar, itibari yurttaş sayılıyor ve «konsül»lerin himayesinden yararlanıyorlardı.

Bu konuyla ilgili olarak dikkate değer bir olay da, XIX. yy. sonlarında buna benzer bir teşkilâtlanma biçiminin Çin imparatorluğunda ortaya çıkmış olmasıdır. Çin'de de, önce Avrupalılar, sonra Amerikalılarla Japonlar, kendilerine kira ile bütün bir şehirle dolaylarının veya ülke dışı sayılması kabul edilen bir mahalle veya semtin verilmesini sağladılar ve kendi yurttaşlarına tanıdıkları imtiyazları yerlilere de tanıdılar.

Eski ticaret sömürgeleri elde ettikleri güç sayesinde, çoğu zaman zayıf bir hükümdarı etkiliyor ve onu adeta himayeleri altına alıyorlardı. Böylece, iktisadi sömürgeleştirme, XIV. yy.da (Kıbrıs'a Ceneviz sızmasında olduğu gibi) gerçek bir siyasi sömürgeleştirmeye yol açtı. Bazen de bu iki sömürgeleştirme biçimi birlikte yürüyordu.

Meselâ, 1204'te Venediklilerin entrikaları sonucu Bizans imparatorluğunun çöküşü Cenovalı ve Venediklilere büyük ticari teşebbüs imkânları sağladı. Fief haline getirilen veya tamamıyla bağımsız durumda olan topraklar, ya ilk bölüşmede ya da Bizans'ın yeniden fethi sırasındaki pazarlıklar sonunda (deniz ticaretinin güçlü bir koruyucu deniz gücü gerektirmesi dolayısıyla) sağlam birer ticari ve stratejik üs oldu. Bu üslerde İtalyanlar daha büyük bir hareket serbestliğine kavuştu.

Daha sonra da, başlangıçtaki sömürge şehirlerin yerini, çıkarcı amaçlarla kurulan gerçek sömürge devletleri aldı veya bu şehirlerin yanı sıra sömürge devletleri kurulmaya başladı: Doğu Ege'de mali şirketlerin yönetimindeki Ceneviz imparatorluğu ve özellikle gelişmesini XV. yy.ın sonuna kadar sürdürerek o tarihte İstria'dan Kıbrıs'a kadar yayılan geniş Venedik imparatorluğu. Bu güçlü deniz üsleri, doğrudan doğruya Venedik hühûmetine bağlı topraklar (Methone ve Korone gibi Peloponnesos limanları, Korfu gibi küçük veya Girit gibi büyük adalar) ve Venedikli patricius'ların (Kyklades gibi) veya himaye altında olan birtakım kimselerin (Eğriboz'un [Euboia] «tercier»leri gibi) ellerinde tuttukları fieflerden meydana geliyordu.

Bütün bu yerlerin arasında, stratejik önemi ve Venediklilerin geniş çaptaki göçleri dolayısıyla, Girit'in özel bir yeri vardı. Böyle bir yayılma ve anayurtla siyasi ve iktisadi bağların sıkılığı, venedik sömürgeciliğinin bir özelliğidir, bu, daha sonraki sömürgelerin başlangıcı olmuştur.

XVI. yy.ın başından XX. yy.ın başına kadar sayıları gitgide artan Avrupa sömürgelerinin hepsi de siyasi bakımdan bağımlı ve anayurt tarafından değerlendirilen topraklardı. Ne var ki, bu sömürgelerin yeryüzünün çeşitli yerlerine yayılmış olması birbirinden çok değişik ve karmaşık sömürü biçimleri gerektiriyor, her birinin elde edilme yollarının değişik olması gibi sebepler de sömürgeler için ortaya çeşitli yönetim yasaları çıkmasına yol açıyordu.

Ama, XVI. yy. ile XVII. yy.ın başı arasındaki döneme rastlayan ilk sömürgecilik girişimlerinin bir tek amacı vardı ve gerek kişilerin gerek hükümdarın zafer kazanması biçiminde özetlenebilecek olan bu ana amacın yanı sıra, Hıristiyanlığı yayma çabalarının da en az servet peşinde koşmak kadar büyük bir rol oynadığı sanılır. İşte bundan ötürü, sömürgelere önceleri, anayurdun, benimseyip kendisine mal etmesi gereken birer uzantısı gözüyle bakıldı.

Gerçekte bu teorik görüş, bazı güçlüklerle ve en başta uzaklık meselesiyle karşılaştı. Avrupa krallıkları, bazı maceralı teşebbüsleri birtakım özel kişilere bırakmak zorunluluğunu duyuyorlardı. Ama bu işler, kişilerin tek başlarına yapacakları teşebbüsler değildi. Onun için hükümdarlar, onları ya derebeylik ilişkileri çerçevesi içinde veya birtakım imtiyazlarla desteklenen dernekler halinde birleşmeye teşvik ettiler.

Bu konuda öncü olan Portekizlilerle İspanyollar, XVI. yy.m başında, Amerika'daki sömürgelerinde bu feodal formülü geniş ölçüde kullandılar: meselâ, görevleri babadan oğula geçen Portekizli kumandanlar, İspanyol «encomienderos»lar için durum böyleydi. Madenlerin ve toprakların işletilebilmesi için geniş alanlar üstünde gerekli nüfuzu ancak bir avuç fatih bu şekilde sağlayabilirdi.

Derebeylerin rahat durmasını ve kargaşalık çıkarmalarını önlemek için, monarşiler anayurttaki yönetim sistemine benzer bir sistemi sömürgelerde de kurmayı ve sömürge fatihlerini kesin bir kademeleşmeye zorlayarak bu sistemle bağlamayı tasarlamışlardır; bu kuruluşun başına çeşitli krallık temsilcileri (genel valiler, corregimientos'lar, yargıçlar, «audencias» sorumluları) getirilecek, bu temsilciler de Consejo de Las İndias'ın yüksek denetimi altında bulundurulacaktı.

Ayrıca, bütün İspanya sömürge ticareti, önceleri Sevilla'nın, sonraları da Casa de Contratacion'un merkezi olan Cadiz'in onayı ile yapılıyordu. Bu da, imtiyazlara ve tekellere alabildiğine yer verilen bir dönemde olağan sayılabilecek yükümlülüklerin çerçevesini bir hayli aşıyordu. Bu durumda sömürge ticaretinin böylesine bir baskı altında bulundurulması ve fatih sınıfının hor gördüğü yerli halkı böylesine sömürmesi, Katolik kralların besledikleri benimseme ve kaynaşma umutlarının birer hayal olmaktan öteye gidememesi demekti; ayrıca merkezileşme de İspanyol Amerikasının derebeyliğe dönüşmesini önleyemedi.

Fransızlar, İngilizler ve Hollandalılar işleri gördürmek için, daha çok imtiyazlı şirket'lere başvuruyorlardı. Bu şirketler, belirli ticari imtiyazlar karşılığında sömürge yerleşmesinin (kolonların yerleştirilmesi, toprağın değerlendirilmesi, savunması ve hattâ hükümetin denetimi altında sömürgenin yönetilmesi) bütün masraflarını yükleniyordu. Çoğu zaman, hele ilk dönemlerde masraf kazancı kat kat aşıyor; bu da işe para yatıranların hoşnutsuzluğuna sebep oluyordu; Fransızlar uzun süre güvensizlikten kurtulamadılar, bu yüzden de Fransızların işlettiği şirketlerin büyük bir kısmı çeşitli buhranlara düştü ve hiç değilse Amerika'da sömürgenin doğrudan doğruya anavatan tarafından yönetimine yol açtı (1674).

Esasta hepsi de aynı kanunla yönetilen sömürgelerde kanunların uygulanması her sömürgenin bünyesine göre değişirdi. Tropikal sömürgeler (özellikle Antiller) büyük çiftliklerin şekerkamışı, tütün, çivit, kahve, pamuk) ağır bastığı bölgeler oldukları için doğrudan doğruya sömürge paktına göre yönetilirler, bu yönetimle çiftlik sahiplerinin meydana getirdiği aristokrasi de çoğu başarısızlıkla sonuçlanan birtakım tepkilere yol açardı.

Kuzey Amerika'daki tropikal olmayan sömürgeler ise ayrı bir toplum bünyesine sahip oldukları ve iktisadi bir görevleri bulunduğu için büsbütün başka bir yönde geliştiler. Birer besin ve strateji üssü olan, Antiller'deki zenginliğin korunmasını sağlayacak bir çeşit insan deposu sayılan bu sömürgeler, yerli halkın çok az ve dağınık olması, ayrıca da anayurttan memnun kalmayan veya anayurtta kalması istenmeyen kişilerin sığınmalarına elverişli bir uzaklıkta bulunmaları yüzünden beyazların yerleşmeleri için çok uygun düşen yerlerdi.

Kanada'da sömürgenin kalkınmasında şart olan köylü sınıfını yerleştirebilmek ve orada tutabilmek için Fransızlar derebeylik düzenini uygulamaya başladılar ve bu düzen çerçevesinde soylulara «sömürge işletmeciliği» görevi düştü. Birtakım İngiliz sömürgelerinde de aynı metot uygulandı. Ne var ki, Yeni İngiltere veya Pennsylvania gibi en canlı hareketli sömürgelerde derebeylik düzeniyle bağdaşmayacak bireyci cemaatler kısa zamanda duruma hâkim oldu; bu cemaatler İngiliz geleneklerinin getirdiği temel hüviyetlere sıkı sıkıya bağlı olmakla kalmıyor, zaman zaman demokrasiyi bile örnek almaya kalkışıyorlardı.

Dolayısıyla bu sömürgelere, anayurt geleneğine uygun olarak, şirket veya kral temsilcisinin denetimi altında mahalli bir yönetim bulmalarına imkân sağlayacak beratlar verildi. XVIII. yy.da Londra'nın baskısına ve imparatorluk buyrultularına karşı direnmeye geçen ve bağımsızlık hareketini başlatanlar, bu topluluklardır.

İmtiyazlı şirketler sistemi, XIX. yy.da yürürlükten kalkan sömürge paktından sonra da devam etti, fakat her türlü tekele karşı çıkan liberalizmin getirdiği yeni görüşlere de uymak zorunda kaldı. Bu zorunluluğun başlıca sonuçlarından biri eski imtiyazların büyük ölçüde kısılması oldu. Ne var ki, siyasi kısıntılar çoğu zaman sadece sözde kalıyordu.

Bu kısıntıları uygulamayan ve hesaba katmayanlar arasında, çeşitli Alman sömürge şirketleri, İnsulinde'deki Hollanda ticaret şirketi, özellikle de daha 1885'te hâkim bir devlet durumuna geçen Kongo'daki Afrika Milletlerarası birliği sayılabilir. Liberal kısıtlamalar İngilizler tarafından çok daha erken bir dönemde uygulandı ve İngilizler, Hindistan şirketinin siyasi iflasına rağmen (1858), bu uygulamaya yüzyılın sonuna kadar bağlı kaldılar (Nigerya, Güney Afrika şirketleri, İBEA v.b.).

Bununla birlikte, sömürgeci devletler, XIX. yy.da, kimi zaman fethedilen ülkelere kesinlikle elkoyarak, kimi zaman mahalli hükümdarlara himaye statüsünü kabul ettirerek sömürgelerin içişlerine daha sık karışmaya başladılar. Eski kolonilerde gelişme çoğu zaman bir birleşme ve kaynaşma yönünde oldu; 1852'den itibaren Portekizliler, 1870'ten sonra da İspanyollar bu yolu benimsediler.

Fransızlar ise uzun süre kesin bir karar alamadılar; gerçi eski Fransız sömürge imparatorluğunun kalıntılarında anayurttakilere benzer yönetim ve hukuk kurumları yürürlükte idi, fakat sömürge halkına hiç bir zaman anayurt halkına tanınan haklar tam bir eşitlik içinde verilmemişti; kaynaşmanın gerçekleşebilmesi, eşit hakların tanınması ancak XX. yy.ın ortalarına doğru yapılan reformlarla gerçekleşti.

Yeni sömürgeler genellikle çok daha otoriter ve baskıcı bir vesayet altında tutuluyordu; Hollandalılarla İngilizler «krallık sömürgesi» statüsünden çıkabilecek kadar gelişmemiş bazı eski sömürgelerde de bu baskı sistemini uygulamaya devam ettiler. Bu sömürgelerde bütün yönetim genel valinin ve anayurttan gelen ve sadece kendi bakanlıklarına karşı sorumlu olan vali temsilcilerinin elindeydi («Colonial Office», Fransa'da 1897'de kurulan Sömürgeler bakanlığı v.d.); sömürgecilikte dolaysız yönetim veya doğrudan doğruya yönetim diye adlandırılan sistem budur.

Bununla birlikte, yerli bir yönetim teşkilâtının bulunduğu sömürgelerde bu teşkilât bazen, fakat sadece alt kademelerde muhafaza edilebiliyordu (Fransız Çinhindi, Britanya Hindistanı'nın ilhak edilen bölümü). Fakat sömürgeci devletin bazen kendi himayesini («protektora») kabul ettirmekle yetindiği de olur. Bu durumda sömürgeci devlet dolaylı yönetim'i uygular, yerli yönetim ve hukuk teşkilâtını bütün kademeleriyle muhafaza eder.

Fakat teşkilâtın her kademesinde dışişleri bakanlığına bağlı kendi temsilcilerini bulundurur. Bu temsilciler himaye edilen devletin dış ilişkilerini denetlemekle yetinebilirler; fakat tavsiyeleri (bu tavsiyeler birer emir niteliğindedir) çoğu zaman ülkenin iç gelişmesine de yönverecek tavsiyeler olduğu için, dolaylı yönetim'le dolaysız yönetim arasındaki farkı ortaya koymak her zaman kolay değildir.

Avrupalı kolon sayısının önemli bir yekûn tuttuğu sömürgelerde otoriter bir yönetim uygulamak çok zordur; bu gibi sömürgelerde, oraya yerleşmiş Avrupalılar, anayurttaki vatandaşlarının bütün haklarından eşit olarak yararlanmak isterler. Fransa'nın Cezayir'e öbür sömürgelerden apayrı bir statü tanıması (1870) bu yüzdendir.

Avrupalıların ağır bastığı denizaşırı sömürgelerin çoğu İngiliz imparatorluğu çerçevesindedir; bu sömürgeler için Londra, İngiliz parlamento geleneğine uygun düşen muhtariyet («self-government») sistemini benimsemektedir. Daha XIX. yy.ın ikinci yarısında Kanada, Güney Afrika, Avustralya, Yeni Zelanda sömürgelerinde temsilci meclisleri kurulmuştu; seçimle işbaşına gelen bu temsilciler, ülkenin tek hakimi olmakta devam eden genel valinin yardımcısı durumundaydı.

Sonra zamanla meclislere karşı sorumlu hükümetler ortaya çıktı ve genel vali sadece bir hükümdarın temsilcisi olarak kaldı. Bu gibi parlamento kurumlarına, ancak tam bir devlet kurabilecek nitelikte görülen sömürge federasyonlarında izin veriliyordu; bu şekilde özerkliğe kavuşan devletlerin ilki Kanada konfederasyonudur (1867).

Hukuki gelişmeden de anlaşılacağı üzere, XIX. yy.ın sonunda ve XX. yy.ın başında iskân sömürgeleri ile işletme sömürgeleri arasında günden güne artan bir fark ortaya çıktı. Sadece statüleri değil, anayurdun müdahale nisbeti, sosyal gelişme ve değerlendirme teşkilâtı da bu sömürgeleri birbirinden ayırıyordu. İskân sömürgelerinde Avrupa'daki sosyal yapıya benzer bir yapının belirlendiği, iktisadın da günden güne çeşitlendiği görüldü; öteki sömürgeler ise, yani işletme sömürgeleri anayurdun kaynaklarını tamamlayacak madeni veya nebati ilk maddeleri üretmeye devam ettiler.

İngilizlerin muhtariyet sistemiyle beklenmedik bir başarıya ulaşmaları bu sistemin esnekleştirilmesine, genişletilmesine ve tam bir bağımsızlığa kadar götürülmesine yol açtı.

Günümüzde, tarihe karışmak üzere olan sömürge statüsü yerini çeşitli bağımsızlık veya geniş muhtariyet biçimlerine bırakmakta (Commonwealth), sömürge kavramının yerini de gelişmemiş ülkelere yardım fikri almaktadır.