Monday, September 17, 2012

TC’nin genetiği veya vicdanı kirlenmiş toplum





Fikret Başkaya

fikret_baskaya_kTürkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olarak varoldu. Tevatür edildiği gibi bir “kopuş” söz konusu değildi. Osmanlı İmparatorluğunda devlet kutsaldır. Elbette bu sadece Osmanlı’ya mahsus bir “ özellik” veya “orijinallik” değildi. Bu, premodern dönemin Eski Rejimlerinin genel durumuydu. Devletin kutsal sayılması demek, devlet dışında hiç bir şeyin bir önemi ve değeri olmaması demektir. Mevzubahis olan devletse, gerisi teferrüattır ve orada kendi başına bir değeri,  kıymet-i harbiyesi olan başka hiç bir şey yoktur. Devlet çıkarı her şeyi mübâh kılar. Devletin çıkarı ve bekâsı için her türlü cinayet, katliam, suikast, komplo, hile, yalan... gerekli ve meşru sayılır. Bırakın halktan insanları, devletin çıkarı için padişah ailesi mensuplarının katli de son derece olağan bir şeydir. Kardeş, çocuk, ana, baba, hepsi devlet çıkarı için katledilebilir. Başka türlü ifade edersek, Osmanlı İmparatorluğu’nun da dahil olduğu “Eski Devletler ailesinde’  devletin bekâsı, aile içi temizliği varsayar ve başka türlü yapması mümkün değildir. Zaten herkes padişahın kuludur. Kulun hakkı yoktur, sadece kulluk yükümlülüğü vardır. Dolayısıyla ilişki yönetenden yönetilene, efendiden kula ve tebaya doğru ve tek yönlüdür.


Kaldı ki, Osmanlı İmparatorluğu ve benzerleri “savaş devletleridir”. Bu tür devletler varlıklarını savaşa borçludurlar. Varlıkları düşmanın varlığına bağlıdır. Düşmanın da iç-düşman veya dış-düşman olmasının bir önemi yoktur. Bu tür devletler savaş yetenekleri aşındığında tarih sahnesinden silinirler... Savaşla fethedilen yerler yağmalanır, talan edilir, birikmiş hazinelere el konur ve egemenlik altına alınan topluluk bir haraç ödemeye zorlanır. Fakat “büyüme-yayılma ” paradoksunun bir sonucu olarak, bir zaman sonra, üretici sınıf olan köylüden alınan haraç ihtiyacı karşılayamaz hale gelir. Bu durum hem köylü kitlesi [toplum] üzerindeki baskının artmasını hem de yeni savaşları dayatır. Devlet kendi iç çelişkileri sonucu zayıflar ve çöker. Osmanlı İmparatorluğunun tarih sahnesine çıkışının, aynı zamanda kapitalizmin de tarih sahnesine çıktığı tarihsel döneme rastlaması, imparatorluğun evrimi üzerinde etkili oldu. Kapitalist üretim süreci kendi dışındaki sosyal formasyonları “biçimlendirme, biçimsizleştirme, şartlandırma, kendi mantığıyla uyumlandırma” dinamiğine sahiptir. Bu dinamiğin bir sonucu olarak, Osmanlı sosyal formasyonundaki aşınma derinleştikçe, yönetici elit, varlığını sürdürmek için kapitalist dünyadan bir dizi kurum, kural, teknik, yöntem, tarz, vb. ithal etme yoluna gitti.  Bu “ona benzeyerek kendini koruma”, devleti yaşatma refleksiydi... Batıdakinden farklı olarak, Osmanlı yenilikleri yeninin, yeniyi yaratmanın değil, eskiyi korumanın ve sürdürmenin hizmetindiydi. Dolayısıyla yenilik denilenler eskinin üstündeki yamaydı... Yeni ve yenilik denilen düzenlemelerin, kurumların, söylemlerin bir temeli yoktu. Batı’da yenilikler Eski Rejimle ve onun geleneksel idieolojisiyle bir hesaplaşmanın araçları ve sonuçlarıyken, bizde “eskiyi nasıl yaşatabiliriz ” sorusunun cevabı olarak varoldu... Dolayısıyla, eski rejimle ve onun geleneksel ideolojisiyle gerçek bir hesaplaşma ve eskiyi aşma-yeniyi yaratma girişimi hiç bir zaman söz konusu olmadı... Başka türlü söylersek, Cumhuriyet döneminde de devlet Osmanlı İmparatorluğundaki gibi kutsal sayılmaya devam etti. Devletin kutsandığı bir rejimin modernliği de tabii bir retorik olmanın ötesine geçemeyecekti ve geçemedi... Velhasıl retorikle realite arasında bâriz bir uyumsuzluk varlığını sürdürmeye devam etti.

Devletin kutsal sayıldığı yerde “gerisi teferrüat” sayılacağına göre, kullanılan modernist dilin de bir karşılığı olması mümkün değildi. Devletin kutsal sayıldığı yerde yurttaş olmaz. Devlet ricâlinin insanlara ‘yurttaşmış’ gibi davranması, öyle bir söylemin varlığı, insanların da kendini ‘yurttaş’ sanmasının reel bir karşılığı yoktur... Orada söz konusu olan ikiyüzlülüğün içselleştirilmesinden başka bir şey değildir... “Yurttaşlık durumu” ancak bir mücadele ile kazanılabilir ve korunabilir... Birileri size: “artık bundan sonra yurttaşsınız” dedi diye yurttaş olunmaz. Zira yurttaşlık, yurttaş bilincini var sayar... İmparatorluğun reayası 1923 de yurttaş olmadı. O zamana kadar ‘padişahın kulu’ olan halk kitlesi, 1923’den sonra artık “vatanın kulu” olacaktı ki, garp cephesinde yeni bir şey yoktu... Vatanın ne olduğu, sahibinin kim olduğu da bilindiğine göre...  Lâkin “eskiyi” yeniymiş gibi sunmayı, daha doğrusu dayatmayı başardılar. Bu işi de esas itibariyle okul ve öğretmen, velhasıl eğitim sistemi sayesinde kotardılar... Dolayısıyla, TC’nin yaklaşık doksan yıldır kolaylıkla irili ufaklı katliamlar yapabilme ve siyasî cinayetler işleyebilme rahatlığını anlamak, sözünü ettiğim geri planı dikkate almadan mümkün değildir. Son on-onbeş yılda, son otuz kırk yılda yapılan katiamları, işlenen siyasî cinayetleri bir hatırlayın, ne demek istediğimi anlayacaksınız... Bu durum, dünün reayasının ve kulunun] bu günün yurttaşı olamayışıyla açıklanabilir. İnsanlar seçimlerde oy kullanmayı matah bir şey sanıyorlar... Seçimlerin bir aldatmaca olduğunun farkında değiller. Seçim oyunu aslında insanları oyuna getirmek için oynanıyor... Oyun kurucular da mâlûm olduğuna göre...
Hırsızın kabahati...

Bir ülkede yaşayan insanların yurttaş bilincinden yoksun oluşu, hak, özgürlük, eşitlik ve adalet bilincinin yetersizliği, devletin katliamlar yapma, insanlık suçu işleme konusunda hareket alanını genişletiyor. İnsanlar yapılan her katliam veya işlenen her siyasi cinayet karşısında sessiz ve tepkisiz kaldıklarında, hem gelecek katilamlara ve cinayetlere ‘onay’ vermiş oluyorlar hem de her katliam ve siyasi cinayetle vicdanları kirleniyor... Bu vesileyle vicdan kirletmeye memur edilmiş, vicdanları en çok kirlenmiş politikacı, akademisyen, gazeteci, yazar,  “konunun uzmanı” denilenlerin pis misyonunu da hatırlamamak olmaz. Bu kesim, yapılan her katliamı, her siyasi cinayeti “haklı” ve “gerekli” göstermek için seferber oluyor... Son Uludere katliamında ortalama insanın, ortalama tavrı utanç vericiydi. En utanç verici olanı da her halde bir kısım ‘pişkin politikacı, hükümet erkanı, televizyonlarda boy gösteren “yorumcu” ve gazete köşelerine çöreklenmiş akl-ı evvellerdi... Söylediklerinin özeti şuydu: “Devlet katliam yapmaz... Benim devletim katliam yapmaz. Benim atalarım katliam yapmaz...” Bu bir kazadır, böyle şeyler olur, zaten her yerde oluyor... ABD bunu her zaman yapıyor... Eğer bütün bu katliamları, sizin devletiniz yapmadıysa, eğer tüm bu cinayetleri sizin devletiniz işlemediyse o zaman bunlar kimin eseridir? Fransa parlamentosunda ‘Ermeni katliamı olmadı’ diyenin cezalandırılmasıyla ilgili yasa teklifi gündeme geldiğinde, başbakan Erdoğan: “ Ben atalarıma katliam yaptı dedirtmem, asıl Fransızlar Cezayir bağımsızlık savaşı sırasında yaptıkları katliamın hesabını versinler” demişti. Başbakanın bu sözleri bana bir şey hatırlatmıştı. 1967 yılında, Pariste, Albert Chatelet öğrenci restoranında, yemek masasında karşımda oturan iki öğrenciyle sağdan soldan konuşurken, bana hangi ülkeden olduğumu sordular, Türkiyeliyim deyince, “biz Cezayirliyiz ve size kırgınız” demişlerdi... “hayırdır, bu da nerden çıktı” dediğimde, “sizin hükümetiniz Birleşmiş Milletler’de Cezayir’in bağımsızlığının oylandığı oturumda Fransa lehinde oy kullandı” karşılığını verince, ben de  “kırgın olmakta haklısınız, lâkin o ayıpta benim bir dahlim yok” karşılığını vermiştim. Sonra isimleri Muhammed ve Abdu olan bu iki sevimli Cezayirliyle yıllarca sürecek dostluğumuz başlamıştı... Eğer Fransızlar Cezayir’de katliam yaptıysalar, Türk hükümeti Fransa’nın tarafını tuttuğunda o katliamı onaylamış, insanlık suçuna ortak olmuş olmuyor muydu? Fakat bu bir istisna değildir. Ne zaman mazlum halklar emperyalizme, koloniyalizme karşı ayaklansalar, özgürlük, bağımsızlık ve  haysiyet mücadelesine girişseler, TC yöneticileri tartışmasız kolonyalistlerin, emperyalistlerin safında yer aldı. Neden aldığının, neden almak zorunda olduğunun tahliline burada girmeyeceğim...

Uludere katliamını haklı göstermek için büyük çaba gösteren akl-ı evveller “ sınırın ötesinde işleri neydi” diyorlar. Bu kuş beyinlilerden bir teki o sınırları kimin çizdiğini sorun ediyor mu dersiniz? Asıl insanlık suçu bizzat o sınırın varlığı değil miydi? Bir aileyi, bir topluluğu ikiye bölen bir sınırın ne gibi bir kıymet-i harbiyesi olabilir? İnsanı yaşam araçlarından mahrum eden, açlığa mahkûm eden bir sınırın meşruiyeti olur mu? Kaldı ki, hiç bir gerekçe hiç bir katliamı haklı göstermeye yetmez. Adı üstünde insanlık suçunun gerekçesi olur mu? İnsanlık suçunu gerekçelendirmek ne nemem bir küstahlık ve alçaklıktır? Bu vahşeti ‘haklı’ göstermek için seferber olanlar, vicdanları en çok kirlenmiş olanlardır. Kirlenmiş vicdanlılar toplumun vicdanını da kirletmeyi şimdilik başarıyorlar... Lâkin bu dünyada her şey sonludur... Katliam ve siyasî cinayet TC için istisna değil, kuraldır ve rejimin genlerinde mündemiçtir... Osmanlıda en büyük katliamları yapanlar devlet katında en yükseğe çıkanlardı... Maalesef bu “gelenek”, Cumhuriyet döneminde de geçerli olmaya devam etti... Lâkin şimdilerde bir yenilik de söz konusu... Artık katliamın yolu ‘insansız hava araçlarından’ geçiyor ve bu “yenilik”  “çağdaş” Türkiye’ye ne kadar da yakışıyor... İnsansız araçlar insanlara kimin katledileceğini gösteriyor. Bundan âlâ modernlik, kalkınmışlık mı olur! Artık Türkiye’yi yönetenler “muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıktıklarından” emin olabilirler... Şu utanç verici manzaraya bir bakın. Toplum  ne hallere düşmüş... Görünen o ki, bu kepazelik, bu utanç verici durum, TC bir operasyonla [devrimle] temizleninceye kadar devam edecek... Kimse kendini aldatmasın, “hukuk devleti” mavalına aldanmasın... Zaten bu işleri kotarmak için işte böyle bir “hukuk devleti” gerekiyor... Hukuk devletinin ne olduğunu merak edenler Hrant Dink davasına baksınlar... Siz ‘hukuk devleti’ denileni ne sanıyorsunuz? Bütün mesele işlenen cinayetlerin, yapılan katliamların üstünü örtmekten ibaret değil mi? Bundan âlâ hukuk devleti mi olur? Sevsinler hukuk devletinizi... Devlet tarafından yapılan katliamların, işlenen siyasi cinayetlerin üstünü örtmeye çalışanlar insanlık suçu işleyenlerdir ve bu vicdanı kirlenmişlerin iflah olmaları da, islah olmaları da mümkün değildir...