Monday, July 30, 2012

Polise Taş Atan Afrin'le Röportaj-Hülya Yetişen


Polise Taş Atan Afrin'le Röportaj-Hülya YetişenBu ayki röportajımızı 'Taş Atan Çocuklar' dan Amed’li Afrin’le yaptık. Bu yazıda taş atan çocukların, duygularını öfke ve sevinç çığlıklarını duyacaksınız.

Temmuz 2011'de TİHV, İnsan Hakları Derneği, Diyarbakır Barosu ve Diyarbakır Tabip Odası'nın da aralarında bulunduğu 11 sivil toplum örgütü, Kürdistan'da toplumsal olaylarda polise taş attıkları gerekçesiyle yargılanan çocuklara ilişkin bir rapor hazırladı.

Terörle Mücadele Kanunu'nda geçen yıl yapılan değişikliğin ardından, psikologlar ve sosyal hizmet uzmanlarının gözetiminde cezaevinde tutuklu kalmış 30 çocuk ve aileleriyle yapılan görüşmeler sonucu hazırlanan 8 sayfalık raporda, ‘taş atan çocuklar' ın devlet tarafından bir tehdit olarak algılandığı görüşüne yer verildi.

Diyarbakır'da, 2006 yılındaki olayların ‘milat' olarak gösterildiği raporda, yasa değişikliğinin yapıldığı 25 Temmuz 2010 tarihine kadar 12-18 yaşları arasında 4 bin çocuğun, gözaltına alındığı ya da 2 ay ile 4 yıla varan sürelerde cezaevinde tutuklu kaldıkları bildirildi.

İsrail İnsan Hakları örgütü de İsrail Devleti'nin Filistinli çocuklara karşı işlediği suçlar hakkında 70 sayfalık bir rapor hazırladı. Raporda 2006 - 2011 yılları arasında, 835 Filistinli çocuğun gözaltına alındığı, bunların 34'ünün 12-13 yaşında , 255'inin 14-15, 546'sının ise 16-17 yaşlarında olduğu belirtildi.

İsrail'de gözaltına alınan 800 çocuktan yalnızca biri mahkemede hapis cezasına çarptırıldı. Tutuklanan çocukların yüzde 93'ü cezalarını anlaşmalı çekmek üzere serbest bırakıldı.

Türkiye'de İnsan Hakları Derneği (İHD)'nin mayıs ayında hazırladığı rapora göre, Ocak ve Nisan 2011 arasında gözaltına alınan çocuk sayısı 638, tutuklanan çocuk sayısı ise 211 di. Taş atan çocuklarla ilgili yapılan yasal düzenlemelerin hayata geçmesini takip eden ilk dokuz ayda ise toplamda 424 çocuk gözaltına alındı. İsrail ordusu son beş yılda 835 Filistinli çocuğu göz altına alırken, Türkiye'de ise son 16 ayda 638 Kürd çocuğu gözaltına alındı. Bu rakamlar yıllara vurulduğunda İsrail'den dört kat daha fazla zulüm ediyor.

Pozantı Cezaevi'inde ortaya çıkan çocuk tecavüz olayları da yine bu hükümetin denetiminde gerçekleşiyor.

Adana Valisi İlhan Atış'ın , 'Bu çocukların hepsini birer 'Gül' birer ' Erdoğan' görmek istiyoruz' dediği çocuklara ve ailelerine Adana'da 3 yıldan bu yana 'özel bir politika' uygulanıyor.Çocuklarına sahip çıkmadıkları gerekçesiyle ailelerin yeşil kartları ellerinden alıyor.

Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Hizmetler Bölümü Araştırma görevlisi Sedat Yağcıoğlu 'Taş Atan Çocuklar' la ilgili bir çalışmasında çocukların kendilerini Kürd olma kimliği üzerinden kurguladığını 'Andımız'daki Türklük ya da İstiklal Marşı'ndaki Türk ulusu üzerinden yapılan vurguların Kürd çocukları için herhangi bir duygu ifade etmediğine, görüşme yaptığı Kürd çocuklarının büyük bir çoğunluğunun "Kürd ve çocuk bir arada olmuyor ki", "Kürd çocuk olmak yıkım demek", "Kürd çocuk olmak sürekli dayak yemek"..... dediğini söylüyor.

"Bu çocukları rehabilite edersek, iyi eğitim verirsek gösterilerden kurtarırız" gibi basında çıkan sözler için Yağcıoğlu, görüştüğü bir Kürd çocuğunun konuya ilişkin sözleriyle cevap veriyordu.

' Bize diyorlar ki elin kalem tutsun, yaz oku, büyük adam ol, bu sorunları o zaman çöz; şiddetle çözme. Bizim düşüncelerimize izin veriyor musunuz ki, bizim kendi anadilimizle yazmamıza izin veriyor musunuz ki?.. Evet ben okuyacağım, benim bir elimde kalem olur, öbür elimde taş. Kalemimi ezen elinizi taşımla ezerim." diyor.

Afrin işte bu taş atan çocuklardan biri. 1992 de Diyarbakır'da doğdu.. ilk ve ortaokul Amed'de bitirdi. Liseye başladı. Zindanda bitirdi. Şimdi üniversite sınavlarına hazırlanıyor. Hikâyesini kendi dilinden dinleyelim.


Hülya Yetişen: Sevgili Afrin, Diyarbakır'daki çevreni, aileni ve kendini biraz bize anlatır mısın?

Afrin- Çevremdeki insanlar da benden pek farklı yaşantısı olmayan insanlar. Hepsinin farklı, hepsinin acıklı bir hikâyesi var. Zaten Kürdistan’da yaşamını sürdüren insanların nerdeyse hepsinin hikâyesi hemen hemen aynı; acı, zulüm, gözyaşı… Ailem de Kürdistanlı işte... Acı, zulüm, işkence, gözaltı, faili meçhul cinayetler…

Bu hikâyelerle büyüdüm. Dünyaya geldiğim yıl Kulp merkezi'ne bağlı köydeki evimiz Türk ordusunun 'hayırlı' evlatlarından ‘’Recep Cömert’’ adlı başçavuş tarafından havaya uçuruluyor. Bununla yetinmeyen başçavuş babamı gözaltına alıyor. 47 gün süren işkenceli gözaltı sürecinden sonra 10 ay boyunca kalacağı Amed zindanına yollanıyor.

Yine aynı yıl yani 1992 yılında İstanbul’da çıkan bir çatışmada dayım yaşamını yitiriyor. Bu olaylar tüm şiddetiyle devam ederken ailem Kulp'tan Amed’e göç etme kararı alıyor. Amed'e göç ettikten sonra da sorunlar bitmedi tabi. Tüm bu sorunların üzerine bir de geçim derdi ekleniyor. Tabi Amed'e geldikten sonra da devlet baba bizi yalnız bırakmadı. Sopasını üstümüzden eksik etmedi. Sürekli ev baskınlarına göz altılara maruz kaldık.

1999’da ilkokula başlamadan birkaç ay önce evimiz basıldı hatırladığım ilk ev baskınıydı bu. Kapı ilk çaldığında telaşla uyandım o esnada annem evdeki Özgür Ülke gazetesini saklamaya çalışıyordu. Çünkü o gazeteyi okumak affedilemez bir ‘suç’tu. Annem gazeteyi hemen yok ettikten sonra babam kapıyı açtı. Kapı açıldığı gibi içeri daldılar gelenler bir şeyleri arıyordular. Arama bittiğinde hiç bir şey bulamadıklarından çok öfkelenmişlerdi. Babamı kapının önüne çıkarıp dövdüler tabi o sırada hiçbir şeye anlam veremiyordum. Bu öfke neydi bu kadar pervasızca saldırı ne içindi kavrayamıyordum. Babamı alıp götürdüler. Birkaç saat sonra babam çıkıp geldi. Büyük postanenin önüne götürüp koş demişler koşunca kaçtı deyip sırtından vurma niyetindeymişler babam koşmayınca dövüp bırakmışlar.

İşte böyle bir ortamda büyüdükçe tüm taşlar yerine oturmaya başladı. Zamanla savaşın farkına varmaya başladım. Artık her şey daha anlamlıydı. Bu bir kimlik savaşıydı, onur savaşı, hak ve özgürlük savaşıydı. Ve bu savaş herkesi derinden etkiliyordu ve hâlâ da etkilemekte. Bu savaşla doğdum bu savaşla büyüdüm umarım son nefesimi verdiğimde bu savaş artık bitmiş olur.

Hülya Yetişen: Diyarbakır'da çocuk olmak nasıl bir şey? Diyarbakırlı bir çocuğun hayali nedir? Karşılaştığı ve önünde bulduğu yaşam nedir?

Afrin: Amed’de çocuk olmak daha doğrusu Kürdistan’da çocuk olmak dünyanın en zor işlerinden biri olsa gerek. Çünkü bu coğrafyada doğan her çocuk bir elinde ölüm bir elinde zindanla doğuyor bu şekilde gözlerini açıyor bu hayata. Kısacası diyebiliriz ki bu topraklarda çocuk kavramı anlamını tam olarak karşılayamamakta. Bu sözümü Bağlar'ın ara sokaklarında karşılaştığım 6-7 yaşlarında iki çocuğun arasında geçen kısa konuşma da doğrular nitelikte.

Çocuk polis arabasını görünce arkadaşına dönüp ‘hadi taş atalım’ dedi. Diğeri ‘yok yok atmayalım bizi döverler’ deyince öbürü ‘ bu namussuzlar babamı öldürdü’ deyip eline geçirdiği taşı arabanın camına sallayıp kaçtı. İşte Amed’de büyüyen çocuğun kısa bir portresi. Bu çocuğun hayali ne olabilir? Büyük ihtimalle tüm hayallerinde hiç tanıyamadığı babası vardır, babası ile doyasıya oyun oynamak vardır. Ancak bu hayalinin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğinin farkında olduğundan babasını öldürenlere karşı kin beslemesi ve o kinini taşla dışa vurması kadar doğal ne olabilir ki?

Kürdistan böyle bir yer. Kürdistanlı çocuğun önünde bulduğu yaşam ona kendini, kimliğini ve halkını kanının son damlasına kadar savunmayı öğretiyor. Kürdistanlı çocuk bilinçlidir. Acıyla yoğrulmuştur çünkü. Hayatı çok erken tanımak zorunda kalmıştır.

Hülya Yetişen: Okula başlarken ne tür duygular taşıyordun? Türkçe biliyor muydun? İlkokulda karşılaştığın ve hiç unutmadığın bir anın var mı?


Afrin: Okula başlarken biraz korku vardı içimde acaba nasıl bir yer ne olacak ne yapacaklar gibi sorularla dolmuştu kafam. Sınıfa ilk girdiğimde herkes Türkçe konuşuyor tabi ben çok az Türkçe biliyorum bi an durup öğrencilere baktım hiçbir zaman unutamadığım şu cümle geçti kafamdan ’’zimanê xwe nizanin çi zarokên kundirin lo’’ ( Daha dillerini bilmiyorlar. Ne kabak kafalı çocuklar!!) Yani o an Türkçe konuşmalarını çok garipsemiştim. Tabi mutlaka onlar da Türkçe bilmediğimi garipsemişlerdir. İleride bunu bir felaket olarak yaşayacağımdan haberim yoktu.

Türkçe'yi öğrenmede epey sıkıntı çektim. Okula başlayana dek çevremde Türkçe konuşan çok az insan vardı. Hep Kürdçe konuşmuştum ama şimdi Türkçe konuşmak zorundaydım. Okula başladığım ilk dönem sadece Türkçe öğrenmeye çalışıyordum. Bu durum dersleri de etkiliyordu ama çabuk atlattım. İlkokulun üstünden epey zaman geçtiğinden pek bir şey hatırlamıyorum. 

Hülya Yetişen: Polise taş attın diye yakalanıp gözaltına alındın, bir yıl hapis yattın. Polis'te ve cezaevinde yaşadıklarından biraz söz eder misin?

Afrin: 2009’da yakalandım. Çıkan olaylardan sonra herkes kaçışmaya başlamıştı. Ben de o kargaşada kendimi kapısını açık bulduğum binaya attım. Ne yapıp edip polise yakalanmamalıydım. Çünkü yakalandığımda ne bir şey yapmadığımı kanıtlayabilirdim ne de feci şekilde dövülmekten kurtulabilirdim. Ki kurtulamadım da zaten. Binanın içine girdiğimde en üst kata kadar koştum. En üst katta bir evin kapısını çaldım kapıyı küçük bir çocuk açtı ancak kapıda zincir olduğundan kapı açılmadı. Bir an ayak sesleri duydum arkama baktığımda iki yunus polisi ellerinde akrep diye tabir edilen silahlarla yukarı çıkıyordular. Beni gördüğü gibi mermiyi namluya sürüp yat yere diye bağırmaya başladı. O an buraya kadar dedim, her şey bitti son nefesleri veriyorum diye düşündüm. Ellerimi kaldırdım tam yere yatacakken dipçiği tüm gücüyle kafama indirdi.

O darbeyle kendimi kanlar içinde yerde buldum. Bina içerisinde hatırladığım son şey polisler tarafından öldüresiye tekmelendiğim. Aşağıya nasıl indirdiler? Karakola nasıl götürüldüm? hiçbir şey hatırlamıyorum. Ara sıra kısa süreli de olsa kendime gelebiliyordum. Bi an kendime geldiğimde kendimi kırmızı bir Toros Arabanın içinde buldum ön koltukta oturan polis durmadan “o pis kanını koltuklara sürme” deyip kafama vuruyordu. Tekrar kendime geldiğimde çarşı karakolundaydım. Orada toplam dört kişiydik. Yakalananlardan ikisi 30 yaşlarında, öbürü ise yaklaşık 10-12 yaşlarındaydı. Bir metre genişliğinde, sağımız, solumuz ve önümüzün duvar olduğu dar bir yere konulduk. Yaşı büyük olan iki kişi birbirine kelepçeli şekilde önümüzdeydiler. Ben ve öbür çocuk ise onların arkasındaydık.

Darbeler hız kesmeden sürekli iniyordu. Öndekilere ulaşamadıklarından salladıkları darbeler dipçiğin etkisiyle kafamda açılan yaraya geliyordu. Yanımdaki çocukta çok küçük olduğundan fazla dövmüyordular. Yani o sırada dayağın hemen hemen hepsini ben yedim diyebilirim. Bizi orda bir müddet beklettikten sonra nezarethanelerin önünde yüzümüz duvara dönük diz çöktürdüler. Dayak faslı orda da bitmedi tabi. Aradan on dakika falan geçmişti ki koridorun başında bağırarak küfürler savuran komiser göründü. Yanındaki polise isimlerimizi sordu. Polis tek tek isimlerimizi okuduktan sonra komiser ‘Afrin hangisi lan?’ diye sordu. Poliste ‘en sondaki’ diye yanıtladı. Komiser diğerlerini şiddetli bir şekilde tekmeleyerek yanıma çömeldi. İsmimin Kürdçe olması onu epey bi kızdırmıştı. Sürekli ‘demek Afrin ha?’ deyip duruyordu. Gözleri ayakkabıma takıldı. Adidas yazısını yüksek sesle okuduktan sonra ‘lan senin örgütün kapitalizme karşı sen kapitalizm malı kullanıyorsun’ dedi. O laftan sonra çok ağır küfürler edip hızla kalktı ve var gücüyle sırtıma tekme attı. O an elimi duvara dayamasam beyin kanaması geçirmem kaçınılmazdı.

Orda yaklaşık bir saat kaldık. Komiser tekrar göründü. Bu defa elinde kâğıtlarla geldi. Kâğıtları masanın üzerine vurup beni işaret ederek getirin şunu dedi. Kelepçemi açıp beni yanına götürdüler. Kalemi önüme bırakıp imzala lan dedi. Bende kalemi elime alıp okumaya başladım okuduğumu fark edince kafama şiddetli bir darbe indirdi. İndirdiği darbenin etkisiyle suratım kâğıdın üstüne indi. Kâğıt kan içinde kalınca deliye döndü. Beni yere atıp delice tekmelemeye başladı. Yeni kâğıt gelene kadar durmak bilmedi. O tekmeleri yerken bakalım buradan sağ çıkabilecek misin diye soruyordum kendime, bu cehennemden çıkabilecek miyim? Yeni kâğıt geldiğinde beni yerden kaldırıp tekrar sandalyeye oturttular. İmzala hemen demesiyle ellerimi masanın üzerine koyup okumak istiyorum dedim. Sözümü bitirdiğim gibi sağlam bir yumruk çenemde patladı. En son kafama yediğim tekmeyi hatırlıyorum.

Ondan sonra orda ne olup bittiği hakkında hiçbir fikrim yok. Kendime geldiğimde kolumda iki polisle birlikte dışarı çıkıyorduk. Çevik kuvvet otobüsüne bindirildik ve fakülteye doğru gidiyorduk. Tabi dayak faslı burada da son bulmadı. Önce iki polis gelip tekme tokat dövüyordu hemen ardından ‘iyi’ polis gelip “kurtarıyordu” bizi. Dayaktan sonrada kurtarıcı polisimiz küfre başlıyordu. Kapatılan DTP milletvekillerine, Kürd halkının değerlerine ağza alınmayacak küfürler yağdırıyordu. Fakülteye ulaştığımızda yaşı büyük olan arkadaşlardan birini indirip götürdüler. Polisler geri geldiğinde götürdükleri arkadaş yoktu. Sonradan yediği dayaktan dolayı kaburgasının kırılıp ciğerine batmasından ötürü iç kanama geçirdiğini öğrendim.

Oradan devlet hastanesi acil bölümüne geldik bizi indirip doktorun yanına götürdüler. Doktorun odasında ufak bi ayna asılıydı dönüp aynaya baktığımda bu ben miyim? Diye sormaktan kendimi alamadım yüzümün şekli çok fazla değişmişti. Doktor yüzünü ekşitip bir şeyin var mı? Diye sordu. O an ne diyeceğimi bilemedim. Bende yüksek sesle halimden hiç belli olmuyor değil mi? diye sordum. Tabi polisler de tepkisiz kalmadı yanımdaki polis kolumu var gücüyle sıkmaya başladı. Doktor yaraları temizleyip kafama birkaç dikiş attıktan sonra baştan sağma bir raporla işiniz tamam dedi. Oradan çıkıp çocuk şubeye geldik. Beni oranın polislerine teslim edip gittiler. Oraya girdiğimde yeni bir dayak faslının başlayacağı kanısındaydım ama öyle olmadı.

Sadece hakaret vardı onun dışında herhangi bir şiddete maruz kalmadım. Orda kaldığım dört gün boyunca yüzüme yediğim darbelerden dolayı sadece sıvı tüketmek zorunda kaldım. Üçüncü günün sonunda Terörle Mücadele Şubesi'ne götürüldük. Orada sürekli küfürlere maruz kalıyorduk. Arada iz bırakmamaya özen göstererek dövüyordular. Parmak izimiz alındıktan sonra geri çocuk şubeye götürüldük. Dördüncü günün sonunda ise adliyeye götürüldük. Polislerle birlikte savcılığa çıktık. Savcı ifademi alırken hakaret edip “ bir suçun yoksa niye kaçıyorsun polisten lan” dedi. Oradan nöbetçi mahkemeye sevk edilip tutuklandım. Ve hapishane hayatım başlamış oldu. Tabi sorunları da…

Hapiste başlıca sorunlardan biri ve hâlâ devam ettiğini düşündüğüm sağlık sorunu. Ağır hasta olan arkadaşlarımız vardı o dönem. Bir arkadaşımız bacağından mermi yarası almıştı. Geceleri çok ağır ağrılar çekmesine rağmen ilgilenilmiyordu. Sadece ağrı kesici iğne yapılıp gönderiliyordu. Hamam böcekleri de apayrı bir sorundu zaten. Defalarca bu durumu idareye bildirdik aldığımız cevap hepimizi şoka uğrattı “sorunu kendiniz yaratıyorsunuz hamam böceği falan yok.” Diye bir cevap aldık. Arkadaşlarla bazen şakalaşırdık bunun üstüne. Dolaplarımızdan böcekler döküldüğü zaman, arkadaşlar “bak yine yaratmışsın böcekleri” diye takılırdılar. Birde kocaman farelerimiz vardı. Amed zindanının fareleri meşhurdur zaten. Bazen havalandırma duvarının üzerinden geçtiklerinde acaba kedi mi bu yoksa fare mi diye anlamaya çalışırdık. Hapishane sorunsuz olur mu hiç?

Hülya Yetişen: Çocuklar Polise niye taş atıyor? Polise taş atmak onlar için neyi ifade ediyor? Hangi duygularla hareket ediyorlar?

Afrin: Aylarca gündemde kaldık “TMK mağduru çocuklar” diye. TV programlarında hep tartıştılar “TMK mağduru çocukları” ama hiç kimse sizin sorduğunuz bu soruyu akıl edip sormadı ya da işlerine gelmedi. Ben bu soruya karşılık kendi yaşadığım bir anımı anlatayım, kararı sizler verin. Küçükken haftanın üç-dört günü nenemlere giderdim. Bizim aileden 8 kayıp var bu savaşta yaşamını yitiren. İkisi faili meçhul cinayette diğer altısı PKK gerillasıyken yaşamını yitirdi. Hepsinin resimleri duvarda asılıydı. O resimlerin çok erken farkına vardım. İlkokula yeni başladığım dönemdi. Ninemi çağırıp tek tek sordum resimleri. En başta dayım vardı. Nene bu kim? Diye sordum, dayın dedi, peki ne oldu? Nenem polisler öldürdü dedi. Peki ya öbürü? Diye sordum. O da dayın dedi. Ona ne oldu? Polisler öldürdü. Öbürü? Annenin amcası. Ona ne oldu? Polisler öldürdü. Böyle tek tek sordum hepsini ya polis ya da asker öldürmüş. Orada boğazım düğümlendi konuşamadım. Nenem ağlamaya başladı.

Canlarını, evlatlarını kaybetmiş nasıl ağlamasın ki. “Ağlama nene ben de onları öldüreceğim”. Dediğimi hatırlıyorum. En yakın aile fertlerimi sadece resimlerinden tanıyordum. Kürdistanda ki neredeyse her çocuk benim yaşadığım bu anı bir nebze de olsa yaşamıştır. Mutlaka ya abisini ya babasını ya da herhangi bir akrabasını sadece resminden tanıyordur. Hepsinde benimkine benzer bir duygu muhakkak ki vardır. O yaşta bunun dışa vurumu nasıl olur sizce? Elbette ki taşla… Elinden başka bir şey gelmez çünkü. Yapabileceği tek şey taş atmak. Az da olsa canlarını yakmak ister abisini babasını, dayısını öldürenlerin. Tüm bunları yaşayan bi çocuk niye taş atmasın? Evi yakılıp toprağından edilmiş, nerdeyse ailesinin tümü yok edilmiş ailesi işkencelerden geçirilip yaşamları darmadağın edilmiş. Böyle bir çocuğun taş atmasından daha doğal ne olabilir? Bu çocuğun büyüdüğünde çekip dağa çıkmasından daha doğal ne olabilir?

Taş atarken karşısındakini insan olarak görmez. o çocuğun gözünde karşısındaki düşmanıdır artık. İntikam duygusuyla hareket eder. Babasının abisinin dayısını öldürenler vardır karşısında. O küçük elleriyle kocaman taşları sallamaya başlar. Tüm kinini dökmeye çalışır ama öyle bir kindir ki bu. Bitmek tükenmek bilmez. Çünkü tüm hayatına mal olmuştur. Ve hayatını etkilemeye devam etmektedir. Bu sorun gerçekten çözülmek isteniyorsa bu realiteler görülmek ve çözümlenmek zorunda.


Hülya Yetişen: Cezaevinde bir koğuşta kaç kişi kalıyordunuz? Ne zaman tahliye oldun? Mahkemen devam ediyor mu?

Afrin : Koğuşumuzda 15 ranza bulunuyordu. Yani 30 yatak. Ama bazen 36 kişiye çıktığımız oluyordu. Böyle durumlarda maalesef arkadaşlardan bazıları yerde uyumak zorunda kalıyordu. Tutukevi olduğundan sayımız sürekli değişiyordu.

2009’da yakalandım 2010’da tahliye oldum. Mahkemem sürüyor.

Hülya Yetişen: Cezaevine girdiğinde ve çıktığında duyguların neydi? Gelecekle ilgili hayal ve düşüncelerinde nasıl bir değişiklik oldu?

Afrin: Başta kullandığım bir cümle vardı; Kürdistan’da doğan her çocuk bir elinde zindan bir elinde ölümle doğuyor. Bende bunlardan biriyim işte. Eninde sonunda bu ikisinden biri karşıma çıkacaktı çok iyi biliyordum. Devlet “baba”da gereğini yaptı zaten. Tüm yaşadıklarıma rağmen kendimi hala şanslı hissediyorum. Uğur’a Şilan’a Enes’e… oranla daha şanslıydım. İşte bunların farkında ve bilincinde olduğumdan hapishane beni duygusal anlamda etkilemedi. Hayallerimle ilgili pek değişiklik olmadı, çünkü benim ve tüm Kürdistanlıların en büyük hayali özgür bir ülkede yaşamak … Çocukların ölmeden özgürce büyüyebileceği özgür bir ülke…

Hülya Yetişen: Okula devam ediyor musun? Sabıkalı olmak insanda nasıl bir duygu yaratıyor? Rehabilitasyon projesi senin için ne ifade ediyor?

Afrin : Okulu hapishanede bitirdim. Şimdi ise dershane öğrencisiyim. Üniversiteye hazırlanıyorum. Sabıka lı olma duygusunu yaşamıyorum. Çünkü İçinde bulunduğum toplum bana hiçbir zaman sabıkalı gözüyle bakmadı. Sadece sistem öyle görüyor.

Rehabilitasyon projesi eğer doğru ellerde doğru şekilde uygulanırsa çok faydalı olacağına inanıyorum. Kürdistan’ın çok fazla yarası var. Gerek fiziksel, gerek ruhsal yönden çok detaylı bir çalışmayı gerektiriyor.

Hülya Yetişen: Savaş seni nasıl etkiliyor? Bir gün bu savaşın biteceğine inanıyor musun?

Afrin : Bu soruyu daha önce hiç sormamıştım kendime. Ama şimdi bir an düşündüm de, savaş beni her yönden etkilemiş. Benden çok şey almış. Ailemi aldı benden, en çok sevdiğim kardeşimden ayırmadığım kardeşlerimi aldı benden. Sadece benden değil tüm Kürdistanlılardan aynı şeyleri aldı. Hep katledildik hâlâ da katlediliyoruz. Roboski ve çelê en yakın örnekler.

Bu savaşın biteceğine dair inancım öyle yüksekti ki, habur karşılaması, PKK ile yapılan görüşmeler… Her taraftan barışa yeşil ışık yanıyordu. Habur görüntülerini izlerken gözlerimin dolduğunu hatırlıyorum. Gerilla şehre gelmişti. Bu barışın gelmesiyle aynı şeydi. Bir sürü hayal kuruyorduk koğuşta. Dağdaki gerillalar inecek, cezaevleri boşalacaktı. Demokratik özerk Kürdistan’ımız olacaktı. Ama yine her şey tersine döndü. Süreç böyle güzel giderken tekrar siyasi ve askeri operasyonlar başladı. Tutuklama furyaları aldı başını gitti.

Barışa olan inancım her geçen gün azalıyordu. Gün yoktu ki ölüm ve operasyon haberi gelmesin. Önce çelê geldi 36 gerillayı kimyasalla silahlarla paramparça ettiler. Barışa olan inancım uçurum eşiğindeydi, arkasından roboski geldi, 35 gencecik insan bilinçli bir şekilde bombalandı paramparça edildi. Son umudum roboski’li anaların gözyaşlarıyla birlikte akıp gitti. Hıçkıra hıçkıra ağlayan, şok olmuş gözlerle etrafa bakan o anayı hiçbir zaman unutmadım unutmayacağım da. Roboskiden birkaç gün sonra arkadaşımın haberini aldım. Oda bizim gibi “TMK mağduruydu”. Huzurevlerinde ev baskını sırasında polisler tarafından balkondan atılmışlar. Düştükleri yerde polisler kafalarına birer mermi sıkmış. Silahsız iki insan sorgusuz sualsiz katledildi. Bu olay bardağı taşıran son damlaydı artık. Barışa zerre kadar inancım kalmadı.

Hülya yetişen: Gelecekle ilgili ne düşünüyorsun?

Afrin: Gelecekle ilgili şu an için bir şey düşünemiyorum. Dava süreci hâlâ devam ediyor. Hukuk devleti TC ne zaman ne yapar hiç belli olmuyor. Anlayacağınız geleceğimizin önüne set kurulmuş. Ama hayallerimize dokunamazlar. Onlar her zaman taptaze duruyor. Bir gün özgür olacağız. Belki biz görmeyeceğiz o günleri ama buna inanıyorum haklı mücadelemiz galip gelecek. Eğer o günü görebilirsem işte o zaman bu soruyu tam anlamıyla cevaplayabilirim…