Wednesday, June 13, 2012

Neoliberalizm nasıl çarpar?

Neo-Liberalizm

Ahmet İnsel
İktisat ideolojisinin en dogmatik ve saldırgan mezhebini oluşturan neo-liberalizm, 1980’lerde bir çığ gibi tüm dünyayı kapladı. Bu dalga kapitalizmde de ciddi dönüşümlere yol açtı. Sosyal adalet amaçlı büyüme hedeflerinin gündemden kalkmasına, yeni bir Ortaçağ veya vahşi kapitalizm görünümü sunan malî sermaye birikimi rejiminin küreselleşerek toplumlara egemen olmasına tanık olundu. Neo-liberal söylem, yeni bir sınıf hegemonyasının küstah diliydi. “Hâkim ve düzenleyici piyasalar” tehdidiyle, toplumun iktisadı denetleme ve yönlendirme talepleri bastırılıp, susturulmaya çalışıldı. Kitapta toplanan yazılarında İnsel, bu yeni hegemonyanın oluşumunu, dile getirdiği vaatleri ve bunların gizlediği gerçekleri ele alıyor. Yazılar, yaşanan bu süreç esnasında bir karşı çıkış belgesi niteliği taşıyor; neo-liberalizmin etkisinin azaldığı, karşı hareketlerin geliştiği bu dönemde bu kâbustan uyanmak için yeniden okunmayı hakediyor.
***

Neoliberalizm nasıl çarpar?
Doğuş Derya

“Pragmatik liberal küreselleşmeciler için, iktisadiyat medeniyetinin vaat ettiği cennete karşı çıkmak, ya demagoji yapmaktır, ya gericiliktir veyahut dekadan varlıkların, varlıklarını ve ayrıcalıklarını koruma girişimidir.” Ahmet İnsel, Neo-Liberalizm, Hegemonyanın Yeni Dili, İstanbul, Birikim Yayınları, 2004, s. 158.

 Yakın zamanlarda gaiLe dergisi aracılığıyla yürüttüğümüz neoliberalizm tartışması, bu tartışmanın tarafı olanların argümanlarını ve elbette seçtikleri politik safları daha net görmemize fırsat verdi. Yarım yüzyıla yakın bir süredir, giderek daha da hegemonik bir biçim alan neoliberal ideolojinin hangi söylemler, pratikler ve iktisadi enstrümanlar aracılığı ile zemin kazandığını bilmedikleri için, yaptıkları “değişim” önermelerinin doğrudan neoliberalizmin önermeleri olduğunu tespit edemeyenler, “sol “ bir argüman öne sürdüklerini sanmanın naifliği içerisinde, politik savlarının neoliberal karakterinin görünür kılınmasına içerleyip öfkelendiler. Uzunca bir süredir, sadece Marksistlerin ve post-Marksistlerin değil, feministlerin, eşcinsellerin, çevrecilerin ve küreselleşmenin neoliberal biçimlerine karşı hareket ören toplumsal hareket sendikacılarının da önemli tartışma konularından biri olan neoliberalizmin, özelleştirme vb. araçlar ile farklı ülkelerde yarattığı korkunç yoksullaşmayı, işsizliği, çocuk ölümlerini, sosyal haklar ve güvencelerde yarattığı erozyonu, cinsel sömürüyü, sebep olduğu kriminal ve kayıt-dışı ekonomileri, kısacası toplumların en dezavantajlı kesimlerini daha da kötürüm kılan bir sistem olduğunu dile getirenlere, “sol lafazan”, “bilgi ve öngörü yoksunu kasaba politikacısı” deme edepsizliğine varacak kadar büyüktü bu öfke nöbeti. Mesele sadece öfke nöbeti ile kalsa bir şey değil; yine “Kubh-ı edep, hüsn-i nesebi siler” diyen o Sufi sözünü tekrarlar, bu zat-ı muhteremlerin asabiye arz eylemesine bir şey demezdik. Velâkin, neoliberal formülleri hakiki bir özgürlüğün ve değişimin reçetesi olarak gören bu zatlar, yürütülen tartışma sanki “değişimi savunanlar ile statükocular arasında” yapılıyormuş gibi bir hava yaratarak, zımni ve farazi bir “ilerici- muhafazakâr” ikilemi kuruyor, AKP patentli ekonomik pakete ve özelleştirme politikalarına muhalefet gösterenleri verili olarak “muhafazakâr/değişim karşıtı” kabul ederken, ilerici ve “çağdaş” olmayı özelleştirme vb. neoliberal stratejileri savunma ile özdeşleştiriyorlar. Ulusal Birlik Partisi ve Türkiye’nin işbirliği sonucunda yürürlüğe konulan paketin enerjiden eğitime, ulaşımdan iletişime kadar Kıbrıslıtürklerin elindeki tüm ekonomik alanların Türk sermayesince yutulması demek olduğunu göremeyecek ve bu paketi “statükonun değişimi” olarak yorumlayacak kadar aymaz bir tutum sergileyen bu arkadaşlara göre,  değişimin sosyal adaleti, hak ve özgürlükleri, daha da önemlisi kamusal faydayı içeren bir değişim olması gerektiğini savunanlar, “statükocu”, “Ortodoks”, “dinozor”, “popülist”,“çağ-dışı” ya da “dar görüşlü”. Bu arkadaşlar temcit pilavı gibi, içerisine “demokrasi”, “çağdaşlık”, “özgürlük” vb. kelimeler serpiştirilmiş cümleleri tekrarlarken, Kıbrıs’ta uygulanmaya başlanan ekonomik paketin içeriğine bile değinmeden, bu paketi önce “AB’ye” sonra da “küresel dünyaya” uyum için elzem bir yol olarak gösteriyorlar. Bununla da kalmayıp, “solculuk üretimi sağlamayı ve eşit/adil paylaşımı öngörmelidir” diyen tumturaklı laflar ettikten sonra, kendileriyle çelişen cümleler sıralayıp sanki dünyadaki üretimin eşit ve adil paylaşımını öngören kurum Dünya Bankasıymış gibi, bugün yaşadığımız sorunun kaynağının emek ve sermaye çevrelerinin, Dünya Bankası raporlarını, AB önerilerini ve TC hükümetlerinin tavsiyelerini kulak arkası etmek olduğunu söylüyorlar. Bu örnekleri artırıp yine çeşitli uluslararası raporlardan veriler sunarak Dünya Bankası ve IMF reçetelerini “kulak arkası etmeyen” ülkelerin başına neler geldiğini gösterebilir ve bu reçeteleri pek beğenen arkadaşlarımızı “neoliberalizmin çarptığını, vallahi cin çarpmasından beter olduğunu” söyleyerek meseleyi kapatabiliriz. Ve fakat, meseleyi sadece istatistikî verilerle ortaya koymanın, yurtsever oldukları konusunda zerre kadar şüphe duymadığım, Kıbrıslıtürk halkının iyi bir geleceği olması için “Ne yapmalı? Nasıl yapmalı?” diye samimiyetle kafa yormaya çalışırken, ülkedeki solun yeterli önermeleri sunamamasından dolayı, neoliberal reçeteleri naifçe “belki içine düştüğümüz çıkmaza formül olur” umuduyla benimseyen bu arkadaşlarla ihtiyaç duyulan diyalogu kuramama riski taşıdığını düşünüyorum. Bu yüzden de ekonomik ve sosyolojik bir proje olarak neoliberalizmin dünyada nasıl hegemonik bir hâl aldığına ve bu hegemonyanın Kıbrıs’ta kendini “sol” olarak tanımlayanları da nasıl etkilediğine değinmek istiyorum.
Pazar ekonomisinden piyasa toplumuna: Ekonomik, sosyolojik ve ideolojik bir proje olarak Neoliberalizm
Çok iyi biliyoruz ki, kapitalizm var olduğu ilk günden itibaren yapısı gereği daimi olarak krizler yaşayan ve bütün tarihi bu daimi krizlere karşı, insan hayatını sermaye birikimini garanti altına alacak formlarda yeniden örgütlemek olan bir sistemdir. Yani aslında kapitalizmin tarihi, sömürünün, emperyalizmin ya da koloniyalizmin tarihi olduğu kadar, bu sistemin bünyesinden türeyen konjonktürel krizlere karşı reçete olarak geliştirilen modern yönetim teknolojilerinin de tarihidir. Kapitalizm, kendi bünyesinden türeyen krizlere karşı ekonomik yeniden örgütleniş stratejileri geliştirirken, bu stratejilerin işleyeceği toplumsal projeleri de üretmek, bunun ideolojik/söylemsel zeminini kurmak ve bu zemini sosyal ve kültürel yerleşkelerde tesis etmek zorundadır. Foucaultcu perspektiften söylersek, kapitalizm, kendini yaşam alanlarına yazabildiği; gündelik olana, sıradan olana, bedensel olana ve hatta tahayyül düzeyinde olana sızabildiği oranda yeniden üretir. Zaten bu yüzdendir ki, kapitalizm sadece bir üretim biçimi değil, aynı zamanda bir ideolojik tasarım ve sosyolojik bir projedir. Bu ideolojik tasarım ve sosyolojik proje, 1970’lerin ortalarına kadar aksayarak gelmiş, 1974 krizinin Keynesgil makro ekonomi politikalarına olan güveni sarsmasını fırsat bilerek, kapitalist örgütlenmenin hep ihtiyaç duyduğu fakat o günde dek gerçekleşmesi mümkün olamamış ve ideolojik sonuçları daha önceki kapitalist yeniden örgütlenmelerden farklı olan bir toplum tasarımını öne sürme şansı yakalamıştır. Bu toplum tasarımının adı: Neoliberalizmdir.
Neoliberalizm, İkinci Dünya Savaşı sonrası sermaye ve emek çevrelerinin Keynesgil politikalar aracılığı ile kurduğu kapitalizm içi ittifakların bozulması ve o güne dek “Refah Devleti” adı altında geliştirilmiş işbirliğinin son bulması ile başlarken, materyal düzlemde faiz hadlerinin artırılması, yüksek gelirli kesimin üzerindeki gelir vergisi yükünün azaltılması, sendikaların pazarlık gücünün kırılması, emek piyasasının esnekleşmesi, kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, kamu hizmetlerinin lağvedilmesi ya da özel girişime devredilmesi gibi “önlemlerle” kendisini gösterdi. Bu “önlemler” elbette ki kapitalizmin devamı için elzem olan özel sektörün bekası için alındığından, kamu faydası minimize ediliyor, bu minimizasyonun toplumsal muhalefete yol açmaması ve kabul görmesi için ideolojik düzlemde de “Kârın iktisadi etkinlik ve gelişmenin yegâne kıstası olduğu”, “rekabetin üretimi ve verimliliği artırdığı” ve “özel girişim ve rekabetin özgür toplumun temeli olduğu” olduğu söylemleri liberal iktisatçılar, medya, büyük şirketler ve kapitalist devletler tarafından dolaşıma sokuluyordu.[i]
Bu yeni (neoliberal) ideolojik tasarım, her şeyden önce “İnsan” kavramını köklü bir değişikliğe tabi tutuyor ve insanı sadece ekonomik akıl ile davranan, toplumsal, tarihsel, kültürel vb. koşullardan tamamen arınmış iktisadi bir varlık olarak ele alıyordu. Marks’ın anlattığının aksine, neoliberaller için insan, diyalektik bir ilişki içinde ele alınması gereken, yabancılaşabilen, irrasyonel, tarihsel ve sosyolojik şartlar içerisinde yaşayan bir varlık değil, sadece faydacı mantıkla ve ekonomik akılla hareket eden birey idi ve onun faydacı mantığını bozacak her türlü ekonomik müdahale engellenmeliydi.[ii] Tarihsel ve toplumsal bağlamlarından koparılmış “iktisadi/faydacı insan” anlayışı, ideolojik düzlemde sorumluluğu topluluktan bireye devreden, dolayısıyla da kolektif aidiyet biçimlerini bozarak, kamu anlayışını neredeyse yok eden bir toplum projesi ortaya koyuyordu. Elbette ki, yaşanan teknolojik gelişmelerle birlikte, emek piyasasının esnekleşmesi, “işçi”,”sendikacı” vb. kolektif aidiyet biçimlerinin üretildiği geleneksel üretim mekânlarının fragmanlaşması, dolayısıyla da daha önceleri kamu faydasını “politik insan” üzerinden dile getiren emek gruplarının örgütlenme ve güç zeminlerini kaybetmesine, haliyle de iktisadi insan anlayışının hegemonikleşmesine yardımcı oluyordu.
Bu anlamda, mali küreselleşme olarak da adlandırılabilecek neoliberal küreselleşmenin, daha öncekilerden bariz bir farkı vardı. Artık sermaye emekten otonomlaşan, emek gücünü arzu ettiği gibi esnetip denetleyebilen bir mahiyet kazanıyor, dünya şirketlerinin denetlediği üretim süreçleri ve piyasalar içinde yer aldıkları somut siyasal toplumsal yapılardan özerkleşerek, salt kendileri merkezli küresel bir karakter kazanıyorlardı. Ahmet İnsel’in deyişi ile “mali sermaye merkezli mülkiyetin egemenliğinin tesis edildiği bu yeni (neoliberal) kapitalist örgütlenmede borsanın sıhhati, ekonominin sağlığından önemliydi.”
Sermayenin emekten otonomlaşması, neoliberallerin “iktisadi insan” anlayışı ile başlattıkları ideolojik tasarımı siyasallaştırabilmeleri için de önemli bir zemin sunuyordu. 1980’lerden itibaren piyasa ekonomisinin zaman ve mekân olarak evrenselliğini iddia eden, piyasa ekonomisinden başka bir ekonominin olmadığı inancını doktrin haline getiren, bu modele alternatif oluşturacak tüm düzenlerin suni oldukları için geçmişte başarısız olduklarını iddia ederek insanlığın kabul edilebilir yegâne geleceğinin piyasa toplumunda olduğunu ifade eden söylemler hâkimiyet kazandı. Yine Ahmet İnsel’in deyişi ile, “Piyasa savunucuları, neoliberalizmin toplumların geri kalanında da hâkim olması gerektiğini, kaynakların etken kullanımının gereği olduğunu savunuyorlardı.” Sol muhayyilenin somut karşılığı kabul edilen (öyle olmasa da) SSCB’nin çökmesi ve Yapısal Uyum Programları ile fiilen yürütülen piyasa ekonomisine entegrasyon çalışmaları, neoliberalizmin sosyolojik bir proje olarak iş görmesinin materyal ve ideolojik koşullarını da kolaylaştırıyordu. Pazar ekonomisi ile yetinen geleneksel liberalizmin aksine, neoliberalizm sadece ekonomiyi değil, toplumları da piyasalaştırıyor ve iktisadi insan anlayışına dayanan piyasa toplumu kurmaya başlıyordu.

Neoliberalizm nasıl çarpar?

Piyasa toplumunu kurmaya yönelik sosyolojik bir proje olarak neoliberalizm, yatay-dikey-çapraşık iktidar ağları kurarak işleyen, aynı anda hem baskıcı hem de üretken iktidar formları üretebilen bir aygıttır. Zaten ideolojik anlamda intani ve hegemonik bir karakteri olması, aynı anda hem baskıcı hem de üretken bir iktidar biçimini küreselleştirmesinden kaynaklanır.
Neoliberalizm, bir yandan toplumlar, sosyal gruplar ya da sınıflar arasındaki çelişkileri küresel ölçekte yeniden üretip derinleştirirken, kendi bünyesinden doğan belirsizliklere ve sorunlara yine kendisini reçete olarak sunabilme kapasitesini geliştirmiştir ve bu kadar hegemonik bir biçim almasının temel nedeni de budur.  Comaroffların deyişi ile neoliberal kapitalizm, küresel düzeyde yarattığı sınıfsal, cinsiyetçi, ırkçı vb. çelişkileri ortadan kaldıracak yegâne kurtuluş vaadini, yine kendi bekası için kurmuş olduğu yapılara bağlanmak olarak sunar.[iii] Ya da Negri ve Hardt’ın vurguladığı gibi, bugünkü küresel kapitalizmin kendi terimleriyle oluşturduğu bir “Sözleşme” düzeni vardır,[iv] bu “Sözleşme” düzeni kendisine tabi olmayanları Irak, Afganistan ve benzeri birçok örnekte olduğu gibi silah zoruyla “yola getirirken” meşruiyetini özgürlük, insan hakları ve demokrasi üzerinden kurduğu söylemsel alanlarla sağlamaya çalışır. Elbette özgürlük, demokrasi ve insan hakları vaatleri sadece baskı ve sindirme yöntemlerinin kamuflajı görevini görmez; aynı zamanda kurmuş olduğu “Sözleşme” düzenine uyum sağlayacak hukuk düzenlerinin de kurulmasını sağlar. Çünkü neoliberalizm, yaratacağı olası kaotik sosyal yapıları kontrol altına almak için hukuka başvurmak zorundadır. Yani, yine kendi “Adalet” düzeni sınırları içerisinde tanımlanmış birtakım sosyal hakları sağlamak, neoliberal kapitalizmin küresel örgütlenişinde temel stratejidir. Neoliberalizmin hegemonik bir ideoloji biçimini almasını sağlayan şey ya da solu ideolojik olarak çarptığı yer tekil olmayan bir yüzü olmasıdır. Madalyonun bir yüzünde her türlü şiddet hareketine müsait bir kapitalist örgütlenme varken, öteki yüzde ezilenlerin ve madunların yaşadığı eşitsiz düzenleri tümüyle değiştirme sözü veren ve dolayısıyla da, birçok ülkede demokrasi, barış ve adalet mücadelelerini de kışkırtan bir siyasi örgütleniş vardır. Bu mealde neoliberal düzenin vücuda getirdiği iktidar, biçim olarak Foucault’nun kavramsallaştırdığı gibidir, yani sadece baskıcı değil, aynı zamanda üretken de olan bir iktidardır. İşte neoliberal kapitalizmin bir kurtuluş vaadi olarak sunulabilmesinin zemini de buradan, yani sadece baskıcı değil, aynı zamanda üretken bir iktidar biçimi oluşturabilme kapasitesinden kaynaklanır. Herhalde bu sınırları belirlenmiş hukuk düzenlerinin en güzel örneği bizim de entegre olmakta fayda gördüğümüz Avrupa Birliği’dir. Ama burada yine özellikle Harvey ve İnsel’in ihtimamla üzerinde durdukları bir noktanın unutulmaması gerekir: Varolan hukuki düzenler, küreselleşmiş sermayenin dikte ettiği, toplumu olmayan bir iktidarın (küresel sermaye), iktidarsız toplumlar yaratarak kendi yollarını akışkan hale getirdiği hukuki düzenlerdir. Daha da önemlisi, bu düzenlerin hak ve özgürlükleri gözeten sistemler olarak kurulması, hâlâ sermayenin değil, insan hak ve özgürlükleri mücadelesi veren baskı gruplarının mücadeleleri sonucunda olmuştur ve hâlâ maalesef sermayenin izin verdiği ölçüde gerçekleşmektedir.
 Tam da burada, bu konuda kalem oynatan birçok yazarın üzerinde durduğu bir noktadan daha bahsedip yazıyı öyle bitirmekte fayda vardır. Neoliberal küreselleşme, kendisini bir “özgürlük, hukuk düzeni, demokratikleşme“ vaadi gibi sunarken, sermayenin artık underclass (sınıf altı) olmuş emek üzerindeki sömürüsünü örtmeye, dünyanın artık “bilgi toplumuna” yöneldiğini söylemeye ve kendisine karşı çıkan muhalif hareketleri “arkaik, geri kalmış, değişim karşıtı” olarak temsil etmeye çalışır. Oysa hem Negri ve Hardt’ın vurguladığı gibi, hem de Andre Gorz’un ifade ettiği gibi, günümüz küreselleşmesinin emek aleyhine olduğunu söyleyenler “eski düzeni savunmak için değil, yeni düzenin gidişatını dönüştürmek için muhalefet örgütlemektedirler. Mesele küreselleşmeyi reddetmek değil, farklı bir küreselleşmenin imkânlarını zorlamaktır.”[v] Çünkü neoliberalizmin çarptıkları göremese de 
“BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜNDÜR !”