Wednesday, May 2, 2012

SEDEFLİ HANÇERLE, ÜSTÜNE...

SEDEFLİ HANÇERLE, ÜSTÜNE...
 Sunay Akın

1893 yılında, Ubeydullah Efendi, Amerika'da düzenlenen Şikago Sergisi'ne görevli olarak gönderilir. İngiltere'nin Liverpool limanından yola koyulan Ubeydullah Efendi, bindiği gemiye olan hayranlığına "Amerika Hatıraları" adlı kitabında yer verir: "Vapur yola devam ediyor, saatte 14 mil alıyordu. Vapurun içinde çiçek yetiştirilir bahçesi bile vardı. Yemek masasını donattıkları çiçekler her gün taze taze oradan devşiriliyordu."

Ubeydullah Efendi, yıllar sonra kaleme aldığı anılarında, New York limanının girişindeki "Hürriyet Hanım" heykelinin bir benzerinin Kız Kulesi'ne konulmasını önerir. Okuyalım bakalım, heykelin kime benzetilmesini istemiş Ubeydullah Efendi "Gönül isterdi ki, Gazi'mizin öyle cesim bir heykeli Kız Kulesi'nde dikilsin ve elinde yine bir fanusla Asya'yı aydınlatıyor gibi gösterilsin ve fanus elektrik ziyasıyla hakiki surette Marmara'yı tenvir etsin!"

Bir Jön Türk olan Ubeydullah Efendi'nin yolculuk yaptığı geminin adı "Germanic"dir. Yani, Seyr-i Sefain tarafından satın alındıktan sonraki adıyla "Gülcemal!.."

Orhan Veli'nin "Sakal" adlı şiirinde sıraladığı maharetlerinde tanıdık bir isimle karşılaşırız:

Hangimiz bilir, benim kadar,
Karpuzdan fener yapmasını;
Sedefli hançerle, üstüne,
Gülcemal resmi çizmesini;

Bırakalım karpuzdan yapılan feneri, bir kağıt üstüne bile "Gülcemal" vapurunun resmini çizebilene aşk olsun!.. Kimde vardır böyle maharet?.. Orhan Veli, İstanbul limanındayken, kimbilir, kaç kez resmini yapmıştır "Gülcemal"in?

"Gülcemal", Karadeniz'de de birçok sefer yapmıştır. Kâzım Karabekir Paşa, 12 Nisan 1919'da, İstanbul'dan Trabzon'a "Gülcemal" ile gitmiştir. O yıllarda Trabzon'daki spor kulüplerinden biri olan İdman Ocağın'da "Gülcemal" ile İstanbul'a gelerek futbol karşılaşmaları yapmıştır. Karadeniz insanı tarafından öylesine sevilir ki"Gülcemal", Eser Tutel "Seyr-i Sefain" adlı kitabında, bölge halkı tarafından bazı hastalıklara iyi geleceği inancıyla, vapur Rize açıklarında demirlediğinde bir kayığa bindirilen hastaların etrafında yedi kez dolaştırıldığını yazar!..

Her kaptan gemisini sever. Ama, Lütfi Kaptan'ın "Gülcemal"e olan aşkı dillere destandır. Lütfi Kaptan evini güzelleştirsin diye armağan olarak verilen boyalarla "Gülcemal"i boyattırır. "Gülcemal" ile Amerika'ya yaptığı ilk seferde de, Titanik'in battığı bölgede sis ve buzdağlarıyla karşılaşır. Ama Lütfi Kaptan, ilk kez dümen tuttuğu sularda New York limanına ulaşmakta hiç de zorluk çekmez. Ne var ki, bu seferlerinden birinde "Gülcemal"i New York limanında kendisine ayrılan yere biraz sert yanaştırır ve rıhtımda hasara yol açar. Yetkililer gemiye tedbir koymaya kalkışsalar da, Lütfi Kaptan'ın gayretiyle "Gülcemal" hacizden kurtulur ve gemi İstanbul'da büyük bir törenle karşılanır.

Kemanını yanından hiç ayırmayan Lütfi Bey henüz 46 yaşındayken hastalanır ve kaptanlık şapkasını askıda yetim bırakır. Kızına yadigar kalan gümüş sigara tabakası da, İstanbul'a yaptığı bir seferde yolcusu olan Troçki tarafından armağan edilmiştir.

 "Gülcemal"de görev yapan Ratip Tahir adlı denizci fırsat buldukça resim ve karikatür çizmektedir. Yaptıklarını gören bir yolcu "çizgi sahasında daha da ilerleyebilirsiniz" diyerek, çalışmalarını Avrupa'ya giderek sürdürmesini önerir. Ratip Tahir'e bu öneriyi söyleyen, "Gülcemal" ile Lozan Konferansı'ndan dönmekte olan İsmet Paşa'dır.

Ratip Tahir, İsmet Paşa'yla Abdülhak Hamit'in 70. yaş gününde bir kez daha karşılaşır. İnönü'nün "Hani Avrupa'ya gidip resim çalışacaktın?" sözü üzerine de kendisine Paris yolu açılır.

Dört yıllık profosyonel kaptanlık hayatına bir nokta koyan Ratip Tahir, ülkeye geri döndüğünde karikatür sanatına emek verir. Demokrat Parti iktidarını çizgileriyle sert bir biçimde eleştirir. Böyle olunca da yargılanır ve Paşakapısı Cezaevi'nde alır soluğu. Ratip Tahir, dört duvar arasındaki gözlemlerini "Hapishane Hatıraları" adlı kitabında biraraya toplar. On altı ay sonunda , sivil polisler tarafından cezaevinden çıkarılan Ratip Tahir, bir otomobille peşlerinde olan gazeteciler atlatılarak Zincirlikuyu Mezarlığı'nın kapısına getirilir. Kendisine burada tahliye emri bildirilir. Emir bildirilirken de "Bir daha iktadara karşı gelirsen yerin burası olur" dercesine göz ucuyla mezarlığa bakılır!..

 Karikatür sanatımızın usta imzalarından olan Ratip Tahir, Amerika'dan dönerken bindiği geminin Atlas Okyanusu'nda batmasıyla boğularak ölen ünlü güreşçi Koca Yusuf'un yaşantısını da çizmiştir.

İşin aslını ararsanız, Ratip Tahir'in görev yaptığı "Gülcemal" de batmış bir gemidir!.. Bu güzel gemi, 1899 yılında, burun kısmında ve küpeştesinde "Germenic" adı okunurken, New York limanına bağlı olduğu bir kış gününde yoğun kar yağışı altında kalır. Kömür almak için günlerdir bekleyen Germanic, üstünde oluşan kalın buz tabakasıyla oldukça ağırlaşmıştır. Buna bir de yağan kar eklenince daha fazla dayanamaz ve dibe oturur.

Sizin anlayacağınız, "Gülcemal" de suyun dibiyle tanışmış bir gemidir. Hem de, parmaklarımızın arasına aldığımızda bir kaç saniye de eriyen kar taneciklerinin batırdığı bir gemi!..

O ki söz döndü dolaştı kar taneciklerine geldi, biz de yazımızı "Sevmek" adlı şiirimizle iskeleye bağlayalım:

Kar tanecikleri arasında
saçak altına sığınmış
göçmen kuşun
düşen beyaz tüyünü de
görebilek
İşte
sevmek!.. 

AĞLAYAN ÇAYIR VE GÜLCEMAL VAPURU
Ufuk Özgül

Öngörüleni yaşıyor olmasına aldırmıyordu. Kendince ve kendiyle var olabilmeyi seçmişti. Hatalar, hataları sorgularken "giden gitti, bu ilk" diyordu. Fonda ‘Ağlayan Çayır' filminin müziği... Gözleri, nasıl dolmasındı ki?

‘‘Bir türlü, bırakamadım şu zıkkımı,'' diye geçirdi içinden. Çakmak da vefasız çıkmıştı bu akşam. Bir yanıyor, bir sönüyordu. Hayat gibiydi işte. Birçok şansı elleriyle tepmiyor muydu insan? Analitik değerlendirmelerden ve inisiyatiften uzak, sürekli bir başa dönüş. Mevsimler, birbiri ardına devrildikçe, film sürekli başa sardıkça; varılmak istenilen hedefin de doğrusu bir anlamı kalmıyordu. Doğanın direnci kadar cesaret ve yüreklilik gösteremiyordu kişi. Bilse de kendisine sözler verse de yapamıyordu işte. Sürekli, olmazı istiyordu. Sıralı gitmiyordu hiçbir şey. Doğuştan şanslı olanlara öykünme yerini emeğe bırakmıyordu. Son derece ucuz bir kaçıştı bu! İç disiplinden uzaksa yapısı, bahaneleri bitmek bilmiyordu. Ya hayatın akışına bırakmalıydı insan kendini ya da alın teriyle alın yazısını silmeliydi. ''Bir çelişki bu,'' dedi. İnsan, yedi cedde yeter derecede bir varlığa gözünü açmış olsa bile gene de çalışmalı, yaşatmak adına yaşamalı, emeklerine emek katmalıydı.

Nasıl olacaktı peki bu? Eğitimle mi? Öğretimle mi? Sağlıklı edinimler mi? Sorgulayarak mı? Özgür olarak mı? Özgürlüğün sınırları neydi? ‘‘Keşke!'' dedi ‘‘Keşke, sınırlar olmasa!'' Oysa sınırlar hep vardı. Örneğin, bir ülkeden bir başka ülkeye gitmek için alınması gerekli olan vizeler vardı. Peki, kimlere vize yoktu? Kimler pasaport edinme zorunluluğu taşımıyordu?

Güldü! Sadece güldü! Değiştirilemeyecek ve etkili olunamayacakların başında, ilk sırayı almasa da bu konu da yaşamın bir gerçeğiydi. Ayrımcılık... Peki, buna kim karar veriyordu. Birileri masaya oturuyor, insanlığı ilgilendiren konularda kararlar veriyor, kararlar alıyordu. Onlara bu hakkı kim veriyordu? Yasalar... Dayatmalar... Yönetim şekilleriyle ilintili olmuyordu ki bu... Birçok yönetim şeklinin, sadece adı vardı. Düğmeye basanların çokluğu ya da gücü belirlemiyor muydu tüm bunları...

‘‘Satranç oynuyorum şu an bilgisayarla ve yeniliyorum,'' diye bir mesaj almıştı. Bu cümleyi, bu paylaşımı, günlerce düşünmüştü. İki beyin, vakti zamanında Hintlilerin bulduğu bir oyunu oynuyor; biri soluklu diğeri mega piksel vb gerçekliğiyle, sanal ortamda bilek güreşini çağrıştırırcasına birbirlerini yenmeye çalışıyordu. Kazanan kimdi hâlâ belirsiz olsa da eylem kendi içinde anlamlıydı. Bir başkaldırı... belki bir isyan... Kim bilir?

Yönetmenliğini Theo Angelopoulos'un üstlendiği, müziklerini Eleni Karaindrou'nun bestelediği ‘‘The Weeping Meadow (*) '' filmini unutamıyordu. Yazılı kaynaklar, film hakkında okurla şu bilgileri paylaşıyordu...

2004 Berlin Film Festivali'nin yarışma filmlerinden olan Ağlayan Çayır, dört dalda aday gösterildiği Avrupa Film Festivali'nde yönetmenine FIPRESCI Ödülü'nü kazandırmıştı.

Yeni üçlemesinde, Theo Angelopoulos son derece geniş bir tarihsel panoramayı konu alıyor. Öte yandan, ona son derece kişisel öyküler anlatma fırsatı veren de, yine bu panorama.

Angelopoulos, 1970 yılında çektiği ‘Reconstruction'dan sonra ilk defa bir filminin baş karakterini kadın yapıyor. Öykü 1919'da Odesa'da, Kızıl Ordu'nun kente girişiyle başlar ve günümüz New York'unda sona erer. Angelopoulos ‘Ağlayan Çayır'da, 1919-1949 arasında yaşanan bir hayat hikayesi anlatılıyor. Eleni, Odessa'da doğmuş, fakat savaş döneminde hem annesi hem de babası ölmüştür. Alexis'in ailesi tarafından evlat edinilir ve aile Odessa'dan göç eder.

Yeni bir kasabaya yerleşen aileyle beraber büyümeye başlayan çocukların, özellikle de Eleni'nin hikayesi ‘Ağlayan Çayır'. İki çocuk Nikos adlı üçüncü bir arkadaş edinirler ve yaklaşan başka bir savaşın eşiğinde, diktatörlük rejimi altında onların büyümelerine, âşık olmalarına tanık oluruz. Alexis ile Eleni arasındaki aşk öyküsü Kızıl Ordu'nun Odessa'yı istilasının hemen sonrasında, Yunan mültecilerin anavatanlarına döndükleri sırada başlar. İkisi birlikte büyümüş olmalarına rağmen, Alexis'in babası aşklarına rıza göstermez, çünkü Eleni'yi kendine uygun bir eş olarak görmektedir.

Bu bir Yunan trajedisi diyen Angelopoulos, Eleni'yi (Troyalı Helen) bir simge olarak kullanmış. Bir kadının çocukluğundan başlayıp gençliğini, aşık oluşunu, anne oluşunu, sahip olduğu her şeyi kaybedip yeniden yalnız kalışını anlatmış ünlü yönetmen. "Eleni de tıpkı Troyalı Helen gibi, ne vatanı var ne de sonunda bir kalbi kalıyor," diyor Angelopoulos. Üçlemenin ikinci filmi, 1953'te Stalin'in öldüğü gün Özbekistan'da başlayan bir yol hikâyesi olacak. Tamamı Yunanistan'ın Kerkini Gölü'nde çekilen filmin yönetmeni Angelopoulos, filmlerinde anlattıkları için, "Kendimi düşünen bir birey olarak görüyorum. Ve insanların sorunları, soruları dünya yaratıldığından beri aynı ve yanıtsız... Benim filmlerimde tüm bu sorunlar, düşünceler, dünya hakkındaki felsefi görüşler var. Eros, ölüm, doğum, düşler, daha iyi bir dünyanın perspektifi, gençlik, yaşlılık ve aşk... Kısaca ‘insanın kaderi' ifadesini kullanıyor.

"Ne garip" dedi, "ailem mübadil. 1923'te imzalanan Lozan Mübadelesi antlaşması sonucu benim de 1.Kuşak Mübadil büyüklerim, doğup büyüdükleri toprakları, Yunanistan'ın Kastorya, Priştina ve Arnavutluk ile sınırı olan Prepetska Köyü'nü terki diyar eylemişler."

İçi sızladı. Gülcemal vapurunu anımsadı. Vapurda yaşanılanların anlatıldığı onca anıyı anımsadı. O kadar ki, yolculuk sırasında yitirdiği bebeğini, sulara vermemek için direnen ancak sonunda durum anlaşılınca; bebeğine veda etmek zorunda kalan anneyi anımsadı. Yer bilmezliğin sızılarını anımsadı. Anlatılanlar doğrultusunda geldikleri topraklarda, ekmek parası uğruna, gerçekleştirdikleri işlere eş değerde, kendilerine sunulan yeni yerlerde gözlerini, yaşamlarını sürdürecekleri yurtlarında açan ve o yöre insanları tarafından kabul görüş süreçlerinin sancılarını anımsadı. Tüm bunların yaşandığı sürece yetişememişti belki ancak gene de çok uzak sayılmaz. Büyüklerine iskân olarak ön görülen yerleşim alanlarına çocukluğundaki yolculuklarını anımsadı. İthamlar, nasıl da iç yaralayıcıydı... Gözleri doldu.

''Sınırlar!'' dedi içinden ''Sınırlar! Nereye kadar?''

Yerçekimine uyum sağlayarak ayakta duran bu yer kürede işler hiç de sanıldığı gibi gitmiyordu elbet. Birileri, birilerinin yerine hayatını yaşıyordu işte. ''Sadece farkındalık!'' dedi yüksek sesle ''Sadece farkındalık tüm olumsuzlukların üstesinden gelebilir!"

Bırakacaktı şu sigara zıkkımını! Kararlıydı.

Fonda ‘‘Ağlayan Çayır'' filminin müziği...

Hayat akıyordu ve akacaktı. İçten temenniler, film ve müziğiyle gözlerinden yağan yağmura engel olamazken...

Her şey insan içindi...