Wednesday, April 18, 2012

Heinz Kohut

Heinz Kohut ve Kendiliğin Yeniden Yapılanması

1913'te Viyana'da doğdu. Konser piyanisti bir babayla varlıklı bir annenin tek çocuğu olarak, kültürlü ve liberal bir ortamda, özel dersler alarak yetiştirildi. 19 yaşında üniversiteye girdiğinde psikoterapiye başladı. İlk terapisti A. Aichhorn'un onu çok uslu ve terbiyeli bulduğu söylenir. Kohut babasını kaybettiği 1936 yılında tıp öğrenimine ara verip bir yıl Paris'te çeşitli hastanelerde çalıştı. 1938'de Viyana Tıp Fakültesi'ni bitirdi, 1939'da Nazilerin Avusturya'yı işgalinden sonra, önce İngiltere'ye, oradan da ABD'ye göç etti. Chicago Üniversitesi'nde nöroloji ve psikiyatri ihtisası yaptı. 1949'da psikanaliz eğitimini tamamlayarak Chicago Psikanaliz Enstitüsü'nde çalışmaya başlayan Kohut, psikiyatri alanında dersler verdi, serbest analist ve eğitim analisti olarak çalıştı. Özellikle içe bakış ve eşduyumun rolü üzerine çalışmalarıyla psikanaliz kuramına önemli katkılarda bulundu; "kendilik psikolojisi" adını verdiği özgün bir kuramsal yaklaşım ve psikanaliz tekniği geliştirdi; bu alandaki bulgularını edebiyat ve müziğin kavranmasıyla ilintilendirdi. Psikanaliz eğitimi üzerine de kitapları bulunan Kohut, 1964-65 yılları arasında Amerikan Psikanaliz Cemiyeti'nin başkanlığını, 1965'ten itibaren de Uluslararası Psikanaliz Cemiyeti'nin başkan yardımcılığını yaptı. 1981 yılında kanserden öldü.

Kendiliğin Yeniden Yapılanması
Özgün adı: The Restoration of the Self

 Kohut'un klasik psikanalizden kuramsal olarak koptuğunu ilan ettiği eseri. Bununla beraber klasik kuramın da kimi pratik imkânları olduğu kabul edilmiş, terapist ve analistlere birbirini tamamlayan iki farklı kuramsal kavram çerçevesinden bakmaları öğütlenmiştir. Kohut, "kendilik" (self) kavramı çerçevesinde yoğunlaşarak yeni bir kuramsal yaklaşım getirdiği bu kitabında sadece narsisizmin değil, nevroz olgularının da bu yeni çerçevede düşünülebileceğini söyler. Ayrıca psikoterapi ve psikanalizin sonlandırılmasıyla ilgili çok gerçekçi ve klasik kuramın iddiaları göz önüne alınırsa oldukça mütevazı sonuçlarla yetinilmesi gerektiği tezini de geliştirmiştir.
İÇİNDEKİLER
Önsöz
1. Narsisistik Kişilik Bozukluğunda Analizin Sona Erdirilmesi
2. Psikanalizin Bir Kendilik Psikolojisine Gereksinimi Var mı?
3. Psikanalizde Kanıtın Doğası Üzerine Düşünceler
4. İki Kutuplu Kendilik
5. Oidipus Kompleksi ve Kendilik Psikolojisi
6. Kendilik Psikolojisi ve Psikanalitik Durum
7. Son Söz
Önsöz
Bu kitap, narsisizm üzerine daha önce yazdıklarımı çeşitli yönlerden aşıyor. Önceki yazılarımda kendilik psikolojisine ilişkin bulgularımı klasik dürtü kuramının diliyle ifade etmiştim. Bu çerçeve içinde sunulan temel kuramsal kavram kendilik nesnesi kavramıydı; kendilik nesnesi kavramına bağlı olarak terapi alanındaki en önemli deneysel bulguysa, bugün kendilik nesnesi aktarımı olarak nitelendirdiğim olguydu. Daha önceki çalışmalarımda ayrıca, kuram ve klinik gözlemi, terapi kuramı ve gelişme süreçlerinin yeniden yapılanmasını birleştirerek dönüştürerek içselleştirme kavramını ve buna bağlı olan kendilik alanında yapı oluşumu kuramını tanıtıyordum.
Daha önceki yazılarımla karşılaştırıldığında bu çalışma, 1959'dan bu yana kavramsal-kuramsal bakış açımı belirleyen içe bakışa ve eşduyuma dayalı anlayışa bağlılığımı daha açık bir biçimde ifade etmektedir. Söz konusu ilerleme –psikolojik alanın, gözlemcinin içe bakışa ve eşduyuma dayalı yaklaşıma bağlanmasıyla tanımlandığı gerçeğinin bütün sonuçlarıyla kabul edilmesi– kavramlarda belli bir olgunlaşmaya yol açmıştır: Eskiden kullandığım "narsisistik aktarım" kavramı yerine "kendilik nesnesi aktarımı" kavramını kullanmaya başlamamın da örneklediği gibi, terim değişiklikleri bunu gösterir. Terminolojideki bu değişiklikleri, bu yapıtın sağladığı katkıların en önemli bölümü olarak görmüyorum. Bununla birlikte, söz konusu terim değişikliklerinin net bir biçimde tanımlanmış bir kendilik psikolojisine doğru bir yönelimi ifade ettiğini, daha doğrusu kısaca daha açık biçimde özetlersem, birbirini tamamlayan iki kendilik psikolojisine doğru bir yönelimi ifade ettiğini de söylemeliyim.
Bu çalışmanın bir diğer özelliği, bütün önceki çalışmalarımda da olduğu gibi, eşduyum yoluyla veri toplamayla kuram oluşturmayı iç içe geçirmesidir. Bu bakımdan çalışma bir dizi deneysel klinik bulgunun sunulmasıyla, bununla bağlantılı olarak da deneyime yakın kuramsal bir öneriyle başlamaktadır. Söz konusu klinik bulgular belli bir klinik analiz sürecindeki belirli bir ana, analiz sürecinin gerektiği biçimde sona erme evresine girdiğinin söylenebileceği ana ilişkindir. Öneri ise savunucu ve telafi edici yapılar arasında bir ayrım yapılmasınının gerekliliğine ilişkindir. Bu kavramsal incelik bize psikolojik tedavinin tanımını yeni bir bakışla değerlendirme olanağını vermekte, buna bağlı olarak da psikanalizin sona erme evresinin anlamını ve işlevini yeniden ele almamızı sağlamaktadır.
Analiz sürecinin hayati önemdeki tek bir anını kapsamlı biçimde ele alan bölümün sonuna gelen okuyucu, elindeki yapıtın teknik bir monografi ve klinik kuramı üzerine bir tez olduğunu, analiz edilen kişinin analizi sona erdirmeye hazır olmasını belirleyen unsurları gösterdiğini, özellikle kendilik bozukluklarıyla ilgili olarak ruh sağlığının yeni bir psikanalitik tanımına ve psikanalitik tedavi sürecine yönelik görüşler öne sürdüğünü düşünebilir. Belli ölçüde gerçekten de bu çalışmanın amaçları bunlar; kitap boyunca çeşitli düzeylerde ve bir dizi çerçeve içinde tartışılıyorlar. Ama kendilik patolojisinin tedavisini sağlayan şeyin ne olduğunu tanımlamak için, bir dizi yerleşik kuramsal kavramı gözden geçirmek gerekir. Kendiliğin yeniden yapılanma sürecini betimleyebilmek için, kendilik psikolojisinin ana hatlarının çizilmesi gerekir.
Psikanalizin kuramsal çerçevesi, kendilikle ilgili olarak, gözlemlenen olguların çeşitliliğine ve farklılığına uyacak biçimde nasıl yeniden biçimlendirilebilir? Bu sorunun şaşırtıcı biçimde beliren yanıtı (gerçi geriye dönüp bakıldığında şaşırtıcı olmaması gerekirdi) iki ayrı kuramsal çerçeve içinde dönüşümlü olarak, hatta aynı anda düşünmeyi öğrenmemiz gerektiğidir. Buna göre, psikolojik bir tamamlayıcılık ilkesi uyarınca, klinik çalışmada –ve ötesinde– karşılaştığımız bir olgunun anlaşılması iki yaklaşımı gerektirmektedir: Kendiliğin psikolojik evrenin merkezi olarak görüldüğü bir psikoloji anlayışı; ve kendiliğin ruhsal aygıtın bir içeriği olarak değerlendirildiği bir diğer psikoloji anlayışı.
Bu çalışma, bu iki yaklaşımdan birincisini, yani daha geniş anlamıyla kendilik psikolojisini, bir başka deyişle kendiliği merkeze alıp onun oluşumunu, gelişmesini ve bileşenlerini hem sağlık hem de hastalık durumlarında inceleyen bir psikolojiyi vurgulamaktadır. Bununla birlikte geleneksel metapsikolojinin sınırlı bir uzantısı olmanın ötesine geçmeyen ikinci yaklaşım ya da kendiliğin ruhsal aygıtın bir içeriği olarak görüldüğü daha dar anlamdaki kendilik psikolojisi de, uygulama bakımından açıklayıcı bir değer taşıdığı sürece dikkate alınmıştır. Bu çalışmanın dar anlamıyla kendilik psikolojisinden çok geniş anlamıyla kendilik psikolojisi üzerinde odaklanmasının tek nedeni, bu ikinci alandaki çalışmaların yeniliği, dolayısıyla da daha ayrıntılı bir açıklamaya gerek duyması değildir. Asıl önemli neden, bu kitaptaki başlıca hedefimin, karşımıza çıkan deneysel olguların geniş anlamıyla kendilik psikolojisi ışığı altında daha eksiksiz olarak açıklanabildikleri kapsamlı psikolojik alanların varlığını göstermektir.
Kendilik psikolojisinin ana hatlarını çizme hedefine yaklaşmak(1) ve bu kendilik psikolojisinin üzerine yerleştirilebileceği kuramsal temeli oluşturmak için bir dizi yerleşik psikanalitik kavramı gözden geçirmem gerekti. Kendilik üzerinde yoğunlaşmamız psikanalitik dürtü kavramını nasıl etkiliyordu ve dürtü kuramının kendilik psikolojisiyle bağlantısı neydi? Oidipal ve Oidipus öncesi görünümleriyle libidinal dürtüler kavramı, kendilik psikolojisi bağlamında yeniden değerlendirilince bundan nasıl etkilenmişti? Kendilik psikolojisinin ortaya çıkışı, bir dürtü olarak saldırganlık kavramını nasıl etkiliyordu ve kendilik psikolojisi çerçevesi içinde saldırganlığın konumu neydi? Nihayet, dinamik kavramların incelenmesinden yapısal kuramın incelenmesine geçerek, kendilik psikolojisinin çerçevesi içinde, bir ruhsal aygıtın unsurlarından çok, ilk bakışta bu öğelerin bir başka düzeydeki karşılıkları gibi görünebilecek kendilik bileşenlerinden söz etmenin kavramsal olarak yerinde olup olmadığını tartışacağız.
Her ne kadar mantıksal kusursuzluğu, terminolojide, kavram ve kuram oluşturmada kesin bir tutarlılığı takdir ediyorsam da, bu çalışmanın birincil amacı bu niteliklere ulaşmak değildir. Bu çalışmada önerilen kuramsal perspektif değişikliklerinin salt kuramsal alanda doğrulanması yoluna gidilmeyecek, bu değişikliklerin geçerliliğini kanıtlayabilmek için esas olarak yeni bakış açısının deneysel verilere uygulanabilirliğinden yola çıkılacaktır. Bir başka deyişle, yeni kuramların daha üstün, yeni tanımların daha inceltilmiş ya da yeni formülasyonların eskilerine oranla çok daha ekonomik ve tutarlı olduğunu öne sürmüyorum. Buna karşılık, söz konusu yeni kuram ve kavramların, bütün kusurlarına ve yeterince işlenmemiş olmalarına karşın, klinik durumun içinde ve dışında, psikolojik alana ilişkin kavrayışımızı genişlettiğini ve derinleştirdiğini savunuyorum. Bu bakımdan bizi, tanıdık kavramsal çerçevenin yardımından vazgeçmenin getirdiği duygusal güçlüğü omuzlayıp belirli bir grup deneysel veriye (ya da bu verilerin belirli yönlerine) ısrarla kendilik psikolojisi açısından bakmaya yönelten, kavramsal ve terminolojik kusursuzluk değil, insanın psikolojik özüne ilişkin kavrayışımızdaki genişleme, insan davranışını ve ardındaki güdülenmeyi açıklama yeteneğimizdeki artıştır.
Geçen on yılda yapılan araştırmalar, beni klasik kuramların ve klinik-psikanalitik insan anlayışının terk edilmesini savunmaya zorlayacak sonuçlara yol açmadı. Bu yüzden, söz konusu kavramların açıkça tanımlanmış belirli bir alanda kullanılmaya devam edilmesinden yanayım. Buna karşılık, kimi temel analitik formülasyonların uygulanılabilirliğinin belli sınırları olduğunu görme noktasına geldim. Ayrıca, klasik psikanalizdeki insan doğasıyla ilgili kavramlaştırmanın da (ne kadar güçlü ve güzel olursa olsun) insan psikopatolojisi içindeki geniş bir grubu ve klinik durumun dışında karşılaştığımız pek çok psikolojik olguyu açıklamakta yetersiz kaldığını gördüm.
Klasik psikanalizin insan anlayışının imgelemimiz üzerindeki sihirli etkisinin tümüyle farkındayım; modern insanın kendini anlama girişiminde bunun ne kadar güçlü bir araç olduğunu da biliyorum. Bu yüzden bu anlayışın yetersiz olduğunu, hatta bazı bakımlardan insana ilişkin hatalı bir bakış açısına yol açtığını öne sürmenin itirazlarla karşılaşacağını da biliyorum. Bazı psikanalist meslektaşlarımın da soracakları gibi, dürtü kuramının esas çerçevesinin ötesine geçmek bizim için gerçekten zorunlu mudur? Freud ve ilk kuşak öğrencilerinin etkisiyle zaten id psikolojisinden ben psikolojisine doğru bir geçiş yaşanmıştı. Dürtü psikolojisine ve ben psikolojisine şimdi bir de kendilik psikolojisini eklemek şart mıdır? Bilişsel bir itirazı önceden ifade edersek, ben psikolojisinin temeldeki doğruluğuna ve kapsamlı açıklama gücüne rağmen bir kendilik psikolojisini gündeme getirmek gereksiz değil midir? Ya da ahlaki bir itirazı önceden ifade edersek, bu kaçak bir tutum, analizi ortadan kaldırmaya yönelik korkakça bir tavır, insanın dürtü esaslı doğasını, eksik ve kötü bir biçimde uygarlaşabilmiş bir hayvan olduğunu inkâr etmek değil midir? İşte bu tür itirazlar karşısındadır ki, hem kendilik bozukluklarının açıklanabilmesi bakımından vazgeçilmez olan hem de nevroz anlayışımızı zenginleştiren tamamlayıcı nitelikte bir kendilik kuramının oluşturulması için psikanalitik bakış açısının genişletilmesi gerektiğini savunuyorum. Beklentim, sunacağım deneysel verilerin ve öne süreceğim görüşlerin akla uygun bulunmasıdır.

Şimdi, çalışmalarıma karşı çıkabilecek ikinci bir gruba, yani benim tek başıma ilerlediğimi, klasik görüşün sınırlarını fark edip onu düzeltmek, arındırmak ve geliştirmek için öneriler yapan kişilerin çalışmalarına eğilmeden yeni çözümler bulmaya çalıştığımı söyleyecek, beni bu yüzden eleştirebilecek olanlara dönüyorum.
Narsisizm üzerine yaptığım çalışmalarla ilgili çeşitli yorumlar arasında, benim narsisizm alanına yönelik araştırmalarımın sonuçları ile başkalarının araştırmalarının sonuçları arasında benzerlikler olduğunu ifade edenler vardır. Bir eleştirmen (Apfelbaum, 1972) yazılarımı temelde Hartmanncı olarak niteledi. Bir diğeri (James, 1973) temel özellikleri bakımından Winnicott'ınkilere benzediklerini düşünmüş, bir başkası (Eissler, 1975) Aichhorn'un izinden gittiğim kanısına varmıştı. Dördüncü bir eleştirmen (Heinz,1976) çalışmamda Sartre'ın felsefesinin izlerini gördü, bir beşinci (Kepecs, 1975) benim çalışmalarımla Adler'inkiler arasındaki benzerliklerin ana hatlarını gösterdi, altıncı bir yazar (Stolorow, 1976) aynı işi Rogers'ın hasta merkezli terapisi bakımından yaptı. Bir ikili (Hanly ve Masson, 1976) çalışmamı Hint felsefesinin bir uzantısı olarak görürken, başka iki yazar da (Stolorow ve Atwood, 1976) çalışmamın Otto Rank'ın yazılarıyla bağlantılı olduğunu gösterdi.
Bu listenin eksik olduğunu biliyorum. Daha da önemlisi, yukarıda sözünü ettiklerime eklenmesi gereken bir başka grup araştırmacının daha bulunduğunu biliyorum. Örneğin Balint (1968), Erikson (1956), Jacobson (1964), Kernberg (1975), Lacan (1953), Lampl-de Groot (1965), Lichtenstein (1961), Mahler (1968), Sandler ve diğerleri (1963), Schafer (1968) ve yaklaşım yöntemleri ve ulaştıkları sonuçlar değilse de, araştırma alanları benim araştırmalarımın konusuyla çeşitli derecelerde kesişen diğer yazarlar.
Bu grubun üyeleriyle ilgili olarak –ki aynı şey bazı değişikliklerle ilk grupta sözü edilenlerin birçoğu, özellikle Aichhorn (1936), Hartmann (1950) ve Winnicott (1960a) için de söylenebilir– önce şunu vurgulamak istiyorum: Bu yazarların çalışmalarını kendiminkiyle bütünleştirmeye çaba göstermemem, onları herhangi bir biçimde önemsemememden değil (tam tersine çoğuna büyük hayranlığım var), gerçekleştirmeye çalıştığım işin doğasından kaynaklanıyor. Bu kitap, istikrarlı ve yerleşik bir bilgi alanında hâkimiyet sağlamış bir yazarın mesafeli bir biçimde kaleme aldığı teknik ya da kuramsal bir monografi değildir. Bu yapıt bir analistin, yıllarca süren titiz bir çabaya karşın mevcut psikanalitik çerçeve içinde (çağdaş katkılarla düzeltilmiş olduğu halde psikanalitik çerçeve içinde) anlayamadığı bir alanda daha net bir görüşe ulaşmak için verdiği mücadelenin raporudur. Bilebildiğim kadarıyla, çalışmaları yöntemlerimi ve görüşlerimi gerçekten etkilemiş olanların önemini tümüyle kabul ediyorum. Ancak ilgim akademik kapsayıcılıktan başka bir alana yönelmiş bulunuyor.
Başlangıçta kendi ilgi alanım içinde, var olan psikanalitik literatürün yardımıyla yönümü bulmaya çalıştım. Ama kendimi çoğunlukla belirsiz, yeterince temellendirilmemiş, çelişkili bir kuramsal spekülasyon bataklığında çırpınıyor bulunca, anladım ki gelişmeye olanak verecek tek bir yol var: Geriye, klinik olguların doğrudan gözlemlenmesine dönmek ve gözlemlerimle uyuşacak yeni formülasyonlar oluşturmak. Bir başka deyişle yapmam gereken şey, genel olarak karmaşık ruhsal durumlar psikolojisi, özel olarak da psikanalitik derinlik psikolojisiyle ilgili net ve tutarlı tanımlar temelinde kendilik psikolojisinin ana hatlarını oluşturmaktı.
Çalışmalarımın sonuçlarını başkalarının çalışmalarının sonuçlarıyla bütünleştirmek gibi bir hedefim olmadı. Benimkinden farklı bakış açılarına göre oluşturulan yaklaşımların verdiği sonuçları ya da belirsiz, çift anlamlı ya da değişken bir kuramsal çerçeve içinde formüle edilen sonuçları kastediyorum. Bu noktada, böyle bir işi üstlenmenin yalnızca uygunsuz olmakla kalmayacağını, hedeflerime giden yola aşılmaz engeller koyacağını da hissettim. Benim kavram ve formülasyonlarımın, başka bakış açılarından ve referans noktalarından yola çıkarak kendilik psikolojisine katkıda bulunanların kavram ve formülasyonlarının arasına katılması, aynı kavramsal bağlamda yer almamalarına ve aynı anlamı taşımamalarına karşın özdeş, örtüşen ya da benzer görünen bir terimler ve kavramlar girdabına kapılmama neden olacaktı.
Böylece, diğer araştırmacıların kullandığı çeşitli kavram ve kuramları dikkate alma yükünden kurtulduktan sonra, kendi temel bakış açımın bu çalışmada açıkça ortaya çıkacağına inanıyorum. Bu bakış açısını geçmişte kapsamlı biçimde tanımladığım için, burada onu tanımlayan şeyin şu üç ilkeye bağlılığı olduğunu söylemekle yetineceğim: Psikolojik alanın, gerçekliğin içe bakış ve eşduyum yoluyla ulaşılabilen bir yönü olduğuna ilişkin tanıma bağlılık; gözlemcinin psikolojik alana eşduyum yoluyla uzun vadeli gömülmesine (özel olarak, klinik olgular söz konusu olduğunda gözlemcinin aktarıma eşduyum yoluyla uzun vadeli gömülmesine) ilişkin metodolojiye bağlılık; ve yapısal oluşumların içe bakışa ve eşduyuma dayalı yaklaşıma uygun terimlerle ifade edilmesine bağlılık. Gündelik dille söylenirse: Nesnelerle, kendilikle ve bunların çeşitli ilişkileriyle ilgili deneyimler dahil olmak üzere içsel deneyimi gözlemeye ve açıklamaya çalışıyorum. Metodolojim ve formülasyonlarım dikkate alındığında (her ne kadar bu yaklaşımların değerini kabul etsem de) ne davranışçı ne sosyal psikolog ne de psikobiyoloğum.
Son olarak şunu söylemek istiyorum: Benim kendi yöntem, bulgu ve formülasyonlarımı, kendiliği farklı metodolojilerin yardımıyla ve farklı bakış açılarından yola çıkarak inceleyenlerin (dolayısıyla da kendi bulgularını farklı kuramsal sistemler içinde formüle edenlerin) yöntem, bulgu ve formülasyonlarıyla karşılaştırmayı üstlenmemem, bu tür karşılaştırmaların yapılmaması gerektiğini düşündüğüm anlamına gelmez. Bununla birlikte, bu tür akademik çalışmaların başarılı biçimde yapılabilmesi için, öncelikle belirli bir sürenin geçmesi gerekiyor. Bir başka deyişle, kendiliğe yönelik değişik yaklaşımları inceleyen araştırmacının, bunların göreli üstünlüklerini değerlendirip aralarında bir ilişki kurabilmesi için, önce belirli bir mesafe, belirli bir tarafsızlık gerekiyor.

(1) Tek başına kendilik psikolojisinden söz ettiğimde, aksini belirtmediğim takdirde geniş anlamıyla kendilik psikolojisini kastediyorum