Monday, April 30, 2012

SINIR TANIMAYAN GAZETECİLER


(AHLAKSIZLIKTA) SINIR TANIMAYAN GAZETECİLER - José Manzaneda

Sınır Tanımayan Gazeteciler (STG); güya basın ve ifade özgürlüğünü korumayı kendine amaç edinmiş, Fransa merkezli bir Sivil Toplum Örgütü.
Basın özgürlüğü; bu kavram, küresel iletişim tekelleri patronlarının prizmasından bakılınca anlaşılabiliyor sadece.
Sınır tanımayan gazetecilerin yıllık bütçesi 4 milyon doların üzerindedir. Benzer bir bütçe ile basın özgürlüğü ve basın çalışanları için ne büyük işler yapılabileceğini hayal edebiliyoruz. Örneğin, Telecinco kameramanı Jose Couso ve Irak’ta düzinelerce gazeteciyi öldüren ABD askerlerinin yargılanması için bir kampanya düzenlenebilir. Ne yazık ki Couso ailesi STG’yi açıkça Jose’nin katillerini aklamakla suçladı; hem de bunu inanılması güç ama, Jose’nin öldürüldüğü operasyonu yöneten askerin bir arkadaşından alınan bilgilere dayandırarak oluşturdukları bir haberle, etik dışına taşarak, yapmıştı STG. Veya yasadışı Guantanamo kampında üç yıldır suçsuz bir şekilde tutulan El-Cezire çalışanı Sudanlı gazeteci Sami al Hajj’ın özgürlüğü için bir kampanya da düzenleyebilirlerdi, ama bu konu hakkında Sınır Tanımayan Gazeteciler ağızlarını açıp yarım kelime bile söylemediler. Tabii ki STG bu bütçeyi kullanarak çok kolay bir şekilde, 1982’den beri ABD de ölüm koridorunda bekletilen Afroamerikan gazeteci Mumia Abu Jamal’ın hayatı için de bir kampanya düzenleyebilirlerdi fakat bunu da yapmadılar. Ve bir kampanya da Şili’de tutuklu bulunan gazeteci Pedro Cayuqueo için yapılabilirdi, bunu da yapmayı istemediler ve son olarak, 1999’da NATO bombalarıyla öldürülen Yugoslavya televizyonu çalışanı 16 gazeteci anısına bir şeyler yapabilirlerdi ama STG bu olaydan yıllık raporlarında bile söz etmediler.
 STG dünya genelinde medya organlarının birkaç milyonerin elinde toplanmasına karşı kampanyalar yapacak mı? Sınır tanımayan gazeteciler örgütü gazetecilerin kötü sözleşmeleri ve çalışma şartları karşısında bir şeyler geliştirecek mi? Veya bilgi iletişiminin %90’ının sadece altı ABD ve Avrupa menşeli ajansın elinde bulunmasına karşı bir şeyler yapacak mı?

Hayır, saf olmayalım.

Bu Sınır Tanımayan Satılmışlar kendilerini başka bir şeye adamışlar: Küba’da sözde gazetecilik yapan ve aslında adada ABD çıkarlarının hizmetinde olan, Küba’daki ofisini Kuzey Amerikanın Havana’daki diplomatik delegasyonu gibi kullanan, Bush tarafından parası ödenen ve Küba’da turizmi yok etmeyi amaçlayan kampanyalara imza atan ve bunu yaparken Che'nin aşağılanmış ve şeytana benzetilmiş imajlarını (figürlerini) kullanan, ve Venezüella’nın anayasal başkan Hugo Chavez’e karşı girişilen darbelerin organizatörü olan medyatik büyük şirketlerin paravanı olan sözde gazetecileri finanse etmek gibi.

Peki STG’yi kim finanse ediyor?

STG, Fransa devleti ve Avrupa Birliği dışında, ABD’nin saldırgan politikasını ABD çıkarlarına ters herhangi bir politika karşısında savunmayı amaç edinen Demokrasi için Ulusal Girişim (Fundación Nacional para la Democracia) adı altındaki klasik bir CIA paravanından büyük fonlar alıyor.
 Aynı zamanda Serge Dassault gibi Fransız silah fabrikatörleri ve kayıp füze satıcısı Jean-Guy Lagardère tarafından da finanse ediliyor. STG aynı zamanda, Vivendi Universal gibi dünyanın büyük medya tekellerinin ve Francés François Pinault gibi büyük editörler tarafından da finanse ediliyor.

Peki STG’nin Bush ve bazı AB ülkeleri haricinde fikir babaları kimlerdir?

Bir yanda Latin Amerika’nın büyük iletişim medyası patronları tarafından kurulan ve bölgedeki, Küba, Venezüella ve Bolivya gibi bütün halk hareketlenmelerinin düşmanı olan la Sociedad İnteramericana de Prensa (SİP) basın topluluğu var. Diğer tarafta, Küba kökenli CIA ajanı Frank Calzón tarafından yönlendirilen "Freedom House” (özgürlük evi) çağrısı, Vietnam savaşından eski deniz yüzbaşısı ve Telepizza kanalının eski sahibi Leopoldo Fernández Pujals gibi Miami’deki Küba mafyasının desteklenen üyeleri ve Küba devriminin imaj ve prestijine karşı herhangi bir inisiyatife yapılan Yankee hükümetinin ekonomik yardımlarının yöneticisi Nancy Crespo gibiler var.
 Kanadalı gazeteci Jean-Guy Allard, ABD’li gazeteci Diana Barahona veya Fransız gazeteci Salim Lamrani’nin araştırmaları çarpıcı birer örnektir: "STG, ekonomik ve politik açıdan, dünyada basın özgürlüğünün en büyük baskılayıcıları olan büyük iletişim tekellerine ve başta ABD olmak üzere batılı devletlere bağlı bir örgütlenmedir." Bu sivil toplum örgütünün, basın özgürlüğünün en çok nerelerde sindirildiğine dair teşhisleriyle Beyaz Saray çalışanlarının bu konudaki tespitlerinin aynı noktada buluşması bir tesadüf değil.
 Sınır Tanımayan Gazeteciler, yani "utSınır Tanımayan Gazeteciler (STG); güya basın ve ifade özgürlüğünü korumayı kendine amaç edinmiş, Fransa merkezli bir Sivil Toplum Örgütü. Basın özgürlüğü; bu kavram, küresel iletişim tekelleri patronlarının prizmasından bakılınca anlaşılabiliyor sadece.
Sınır tanımayan gazetecilerin yıllık bütçesi 4 milyon doların üzerindedir. Benzer bir bütçe ile basın özgürlüğü ve basın çalışanları için ne büyük işler yapılabileceğini hayal edebiliyoruz. Örneğin, Telecinco kameramanı Jose Couso ve Irak’ta düzinelerce gazeteciyi öldüren ABD askerlerinin yargılanması için bir kampanya düzenlenebilir. Ne yazık ki Couso ailesi STG’yi açıkça Jose’nin katillerini aklamakla suçladı; hem de bunu inanılması güç ama, Jose’nin öldürüldüğü operasyonu yöneten askerin bir arkadaşından alınan bilgilere dayandırarak oluşturdukları bir haberle, etik dışına taşarak, yapmıştı STG. Veya yasadışı Guantanamo kampında üç yıldır suçsuz bir şekilde tutulan El-Cezire çalışanı Sudanlı gazeteci Sami al Hajj’ın özgürlüğü için bir kampanya da düzenleyebilirlerdi, ama bu konu hakkında Sınır Tanımayan Gazeteciler ağızlarını açıp yarım kelime bile söylemediler. Tabii ki STG bu bütçeyi kullanarak çok kolay bir şekilde, 1982’den beri ABD de ölüm koridorunda bekletilen Afroamerikan gazeteci Mumia Abu Jamal’ın hayatı için de bir kampanya düzenleyebilirlerdi fakat bunu da yapmadılar. Ve bir kampanya da Şili’de tutuklu bulunan gazeteci Pedro Cayuqueo için yapılabilirdi, bunu da yapmayı istemediler ve son olarak, 1999’da NATO bombalarıyla öldürülen Yugoslavya televizyonu çalışanı 16 gazeteci anısına bir şeyler yapabilirlerdi ama STG bu olaydan yıllık raporlarında bile söz etmediler.
 STG dünya genelinde medya organlarının birkaç milyonerin elinde toplanmasına karşı kampanyalar yapacak mı? Sınır tanımayan gazeteciler örgütü gazetecilerin kötü sözleşmeleri ve çalışma şartları karşısında bir şeyler geliştirecek mi? Veya bilgi iletişiminin %90’ının sadece altı ABD ve Avrupa menşeli ajansın elinde bulunmasına karşı bir şeyler yapacak mı?

Hayır, saf olmayalım.

Bu Sınır Tanımayan Satılmışlar kendilerini başka bir şeye adamışlar: Küba’da sözde gazetecilik yapan ve aslında adada ABD çıkarlarının hizmetinde olan, Küba’daki ofisini Kuzey Amerikanın Havana’daki diplomatik delegasyonu gibi kullanan, Bush tarafından parası ödenen ve Küba’da turizmi yok etmeyi amaçlayan kampanyalara imza atan ve bunu yaparken Che'nin aşağılanmış ve şeytana benzetilmiş imajlarını (figürlerini) kullanan, ve Venezüella’nın anayasal başkan Hugo Chavez’e karşı girişilen darbelerin organizatörü olan medyatik büyük şirketlerin paravanı olan sözde gazetecileri finanse etmek gibi.

Peki STG’yi kim finanse ediyor?

STG, Fransa devleti ve Avrupa Birliği dışında, ABD’nin saldırgan politikasını ABD çıkarlarına ters herhangi bir politika karşısında savunmayı amaç edinen Demokrasi için Ulusal Girişim (Fundación Nacional para la Democracia) adı altındaki klasik bir CIA paravanından büyük fonlar alıyor.
 Aynı zamanda Serge Dassault gibi Fransız silah fabrikatörleri ve kayıp füze satıcısı Jean-Guy Lagardère tarafından da finanse ediliyor. STG aynı zamanda, Vivendi Universal gibi dünyanın büyük medya tekellerinin ve Francés François Pinault gibi büyük editörler tarafından da finanse ediliyor.

Peki STG’nin Bush ve bazı AB ülkeleri haricinde fikir babaları kimlerdir?

Bir yanda Latin Amerika’nın büyük iletişim medyası patronları tarafından kurulan ve bölgedeki, Küba, Venezüella ve Bolivya gibi bütün halk hareketlenmelerinin düşmanı olan la Sociedad İnteramericana de Prensa (SİP) basın topluluğu var. Diğer tarafta, Küba kökenli CIA ajanı Frank Calzón tarafından yönlendirilen "Freedom House” (özgürlük evi) çağrısı, Vietnam savaşından eski deniz yüzbaşısı ve Telepizza kanalının eski sahibi Leopoldo Fernández Pujals gibi Miami’deki Küba mafyasının desteklenen üyeleri ve Küba devriminin imaj ve prestijine karşı herhangi bir inisiyatife yapılan Yankee hükümetinin ekonomik yardımlarının yöneticisi Nancy Crespo gibiler var.
 Kanadalı gazeteci Jean-Guy Allard, ABD’li gazeteci Diana Barahona veya Fransız gazeteci Salim Lamrani’nin araştırmaları çarpıcı birer örnektir: "STG, ekonomik ve politik açıdan, dünyada basın özgürlüğünün en büyük baskılayıcıları olan büyük iletişim tekellerine ve başta ABD olmak üzere batılı devletlere bağlı bir örgütlenmedir." Bu sivil toplum örgütünün, basın özgürlüğünün en çok nerelerde sindirildiğine dair teşhisleriyle Beyaz Saray çalışanlarının bu konudaki tespitlerinin aynı noktada buluşması bir tesadüf değil.
 Sınır Tanımayan Gazeteciler, yani "utanması olmayan gazeteciler", basın özgürlüğünü savunmuyorlar; tersine şirket özgürlüğünü savunuyorlar, yani bugün -sermayenin durdurulamaz küreselleşmesi sayesinde- medyatik, ekonomik ve politik güç merkezlerini kontrol eden küresel kapitalizmin özgürlüğünü savunuyorlar.
 Özetle söylemek gerekirse, sermaye de kendi Sivil Toplum Örgütlerini kuruyor ve (ahlaksızlıkta) sınır tanımayan gazeteciler bu örgütlerden birisi.

 İspanyolca orijinalinden Ercan Bayraz tarafından çevrilmiştiranması olmayan gazeteciler", basın özgürlüğünü savunmuyorlar; tersine şirket özgürlüğünü savunuyorlar, yani bugün -sermayenin durdurulamaz küreselleşmesi sayesinde- medyatik, ekonomik ve politik güç merkezlerini kontrol eden küresel kapitalizmin özgürlüğünü savunuyorlar.
 Özetle söylemek gerekirse, sermaye de kendi Sivil Toplum Örgütlerini kuruyor ve (ahlaksızlıkta) sınır tanımayan gazeteciler bu örgütlerden birisi.
 Rebelion.org'daki İspanyolca Orjinalinden Ercan Bayraz tarafından çevrilmiştir

Ümmü Gülsüm

DOĞUMUNDAN 1952′ye KADAR YAŞAMI
kahirede1920ler.jpg
udcaliyor.jpg

Ümmü Gülsüm, yoksul bir ailenin son çocuğu olarak Mısır’ın Nil deltasındaki Dakhaliye eyaletinde Sinbillaveyn’in bir köyünde sazdan evlerden oluşan Tammay el Zahayrah’ta 4 Mayıs 1904’de dünyaya geldi (doğum tarihini 1898′e kadar götürenler vardır). Köy, Nil Deltası’ndaki diğer yoksul köylerden farksız sazdan, en yükseği iki katlı evlerden oluşan küçük bir yerleşimdi. Babası Şeyh İbrahim el Seyid el Baltacı (öl.1932) köydeki Cami’de imam, annesi Fatima el Maliji (öl. 1947) ev hanımıydı. Ümmü Gülsüm, bu ailenin üçüncü ve son çocuğuydu. Mısır’da kız çocuklar, evlenene dek baba adını kullandıklarından Ümmü Gülsüm’ün tam adı Ümmü Gülsüm İbrahim el Seyid el Baltacı’dır.
nil_deltas__misir.jpg
Hafız olan babası, yıllarca kendi köyünde ve çevre köylerde ilahi ve kasideler okuyarak ailesi için ek gelir sağladı. Ümmü Gülsüm, ilk müzik eğitimine henüz beş yaşındayken babasından öğrendiği Kur’an el Kerim’i makamlı okumayla başladı. Gülsüm’ün babası onun müzik yaşamının başlangıcındaki gerçek hocasıydı. Ailesi onu köylerindeki -bizde o dönemdeki mahalle mektebine karşılık gelebilecek- okula yolladı. Ancak buradaki hocanın ölümüyle Gülsüm kendi köyüne 7 km. uzaklıkta, Izbat el Hevval köyündeki okula gitmeye başladı. Burada Kur’an’ı yazmayı ve makamlara uygun olarak okumayı öğrendi. Babası, Gülsüm’ü komşularına ve yakın köylerie, özellikle Ramazan gecelerinde götürerek ilahiler, kasideler ve Kur’an okuturdu. Bu meclislerde küçük kızların şarkı söylemeleri günah kabul edilidğinden kendisine erkek giysileri giydirilirdi. Kısa sürede küçük Gülsüm’ün sesinin etkileyici güzelliği bütün Delta’da yayılmaya başladı.
uclugulsum.jpg

guzellik.jpg
Mısır tarihine xx. yüzyıl ortalarına kadar damgasını vuran Hidivler sülalesinden Kral Fuad ve onun üzerinde bir güç olan İngilizler’in yönetimi sırasında, Gülsüm’ün ailesi, sesini beğenenlerin israrlı önerileriyle 1923 yılında Kahire’ye taşındı. Kahire, her dönemde olduğu gibi Arap müziğinin kalbiydi. Ümmü Gülsüm, burada müzik eğitmenliğinin yanında saygın bir bestekar da olan Şeyh Abu’l ala Muhammed ile tanıştı. Sanatçı, 1924-1928 yılları arasında kendisini keşfeden kişi olarak kabul edilen birçok şey öğrendiği hocasının dokuz bestesini
seslendirdi.1929da sarki sozlerini inceliyor
er radyu mısri mecmuasinin kapagi
Bu sırada Ümmü Gülsüm, Kahire’nin zengin mahallelerinin evlerine giderek orada şarkılar okumaya başladı ve hatta kendi geldiği fakir, küçük dünyasından bambaşka bir dünyada bulduğu bu insanların bazılarıyla arkadaşlıklar da kurdu. Ancak repertuarı başlangıçta hala babasından öğrendiği genellikle kendi yöresine ait şarkılardan oluşuyordu. Bu şarkılarsa 1920’lerin Kahire’sinde artık tutulmamaya başlayan iki ya da dört kişilik erkek vokal grubu eşliğinde okunan şarkılardı. Bu dönemde yeni şarkılar hatta eski şarkıların yeni versiyonları bile daha müzikal ağırlıklıydı.muhammed abdülvahab ve ahmed rami
Mısır, bilindiği gibi Arapça’nın en güzel konuşulduğu yer olarak kabul edilir. Klasik Arap Müziği’nde, tıpkı Klasik Türk Müziği’nde Istanbul Türkçesi gibi kullanılması gibi, Fasih Arapça kullanılır. Bu Arapça ile halk arasında konuşulan Arapça arasında çeşitli farklar vardır. Bu nedenle, sanatçının babası onu şiir ve fasih Arapça dersleri için Mısır’ın en büyük şairlerinden biri olarak kabul edilen ve Ümmü Gülsüm’ün de onun sözlerini yazdığı birçok şarkıyı okuduğu Ahmed Rami’ye götürdü.
kral Faruk tahta geçiyor, Mısır Meclisi.

Ümmü Gülsüm, bu dönemde özellikle kasideler ya da tawashih’ler okudu. Ancak 1926’dan sonra aşk şarkıları okumaya ve 1928 yılına gelindiğinde ise artık Kahire’nin en başarılı icracıları arasında ilk sırada sayılmaya başladı. Sanatçı, 1920’li ve 1930’lu yıllarda sanatçı taş plak kayıtlarıyla sesini duyurdu. Ancak tüm Ortadoğu’da tanınması, Mısır Radyosu’nun 1934 yılında kurularak, onun şarkılarına yer vermesi ile oldu.
Ümmü Gülsüm 1937 yılında konserlerini canlı yayınlamaları konusunda radyo ile anlaşma yaptı. Sanatçı böylece, çoğunluğu kendisini hiçbir zaman görmeyen ve görmeyi hayal bile edemeyecek kadar yoksul ya da Mısır’dan uzaklarda milyonlarca kişilik dinleyici kitlesine bir anda ulaşmaya başladı. Öte yandan halk tarafından da anlaşılabilen gündelik Arapça’yı edebi Arapça’nın yerine kullanarak okumaya cesaret ettiği şarkıları, fakir halk tabakaları içinde Ümmü Gülsüm’e olan hayranlığı, saygıyı ve sevgiyi yüceltti.

ummu_gulsum_radyu_misriyye_dergisinden_kahire_1938.jpg

Ümmü Gülsüm’ün 1930’larda repertuarı, iyice popüler Mısır müzik zevki biçiminde şekillendi ve romantik aşk şarkılarını onun sesinden dinlemek artık insanlar için vaz geçilmez oldu. Bu dönemde hatta daha öncesinden başlayarak 1924-1948 yılları arasında özellikle Muhammed el Kasabcı’nın (1892-1966) bestelerini seslendirdi ve onun yetmiş iki bestesini okur.
Mısır film piyasasına 1935 yılında girmesi, Ümmü Gülsüm’e geniş kitlelere ulaşabilmenin yanında maddi büyük yarar sağladı. Sanatçı, aralarında Muhammed Abdülvahab’ın da bulunduğu çeşitli sanatçılarla şarkılar okuduğu toplam altı film çevirdi.
Bu arada Gülsüm’ün filmlerinin de aralarında olduğu birçok Mısır yapımı film II.
_mm__g_ls_m_30lu_y_llar.jpg
Dünya savaşı yıllarında tüm Ortadoğu ve Türkiye’de gösterilerek büyük beğeni kazandı. Şüphesiz Ümmü Gülsüm, Leyla Murad, Muhammed Abdülvahab, Ferid el Atrash gibi ünlü şarkıcıların filmlerinin normal olarak Arapça şarkılarla dolu olması

Türkiye’de tek parti yönetimini rahatsız etti. Bir süre sonra Arapça sözlü şarkılara sinemalarda yasaklar getirildi. Öyle ki, dönemin CHP genel sekreterliği bu Arapça şarkılı filmlerin özellikle Arap kültürü etkisindeki Adana ve Mersin gibi kentlerde rağbet gördüğü, Türk diline darbe vurduğu gerekçesiyle filmlerin Arapça gösteriminin yasaklanmasına ilişkin İçişleri Bakanlığı’na yazı gönderdi.
qal11.jpgÜmmü Gülsüm, II. Dünya Savaşı yıllarında da şarkılarıyla tüm Ortadoğu’yu büyüledi. Sanatçı, 1940’ların sonundan başlayarak gerçek anlamda Arap dünyasının tartışmasız en büyük sesi olarak ünlendi. Bu yıllar, özellikle şair Bayram el Tunusi’nin şiirlerini ve besteci Zekeriya Ahmed’in bestelerini seslendirerek herkesi büyülediği, sonradan “Ümmü Gülsüm’ün altın çağı” olarak adlandırılabilecek dönemdi. Zekeriya Ahmed’e ait otuz besteye 1931-1960 arasında seslendirdi.
Gülsüm, Mısır’ın en önemli bestecilerinden olan Riyad el Sonbati’nin 1935-1972 yılları arasında tam seksen dokuz bestesini seslendirdi. Bunların birçoğu şair Ahmed Rami’nin ve bazıları da Mısır’da “Şairlerin Prensi” olarak ünlenen Ahmed Şevki’nin dizelerini içeren bestelerdi.
Ümmü Gülsüm, 1937 yılında sağlık sorunları nedeniyle Vichy’e gitti, 1946 yılında ise guatr sorunları nedeniyle depresyona varacak kadar ümitsizliğe düştüğü hatta sahnelere veda etmeyi düşündüğü ağır bir rahatsızlık geçirdi. Sorunları bunlarla da bitmedi ve 1947′de birlikte yaşadığı annesini, ardından, kendisi Amerika’dayken erkek kardeşini kaybetti…

Ümmü Gülsüm, ünü arttıkça Mısır aristokrasisinin en üst tabakasıyla tanışmaya ve arkadaşlıklar kurmaya başladı. Kral Faruk yönetiminde rejimin simgesi ve Mısır’ın dördüncü piramidi olarak kabul edildi. Bu arada kralın amcalarından biri olan Şerif Sabri Paşa 1946′da kendisiyle evlenmek istedi, ancak sanatsal başarısı ne olursa olsun bir Nil köylüsünü kendilerine asla denk görmeyen kraliyet ailesi, bu evliliğe şiddetle karşı çıktı. Dönemin Mısır aristokrasisi de bu evliliğe sıcak bakmadı. Ancak tüm bunlarda Şerif Sabri Paşa ile evlenme konusunda istekli olan Ümmü Gülsüm büyük bir hayal kırıklığı ve üzüntü yaşadı.
4sfenks.jpg
Tıbbi sorunlarının arttığı, aşk hayatındaki hayal kırıklığı yüzünden duygusal olarak çöküntü yaşadığı bu dönemde Gülsüm, bestekar ve udi Mahmut Şerif’le evlenmeyi kabul etti. Ancak hem Ümmü Gülsüm hem de Mahmut Şerif tarafından bir hata olarak nitelendirilen üstelik hayranları tarafından da katıca eleştirilen bu evlilik, ancak birkaç gün sürdü.
Öte yandan Mısır’ın 1948′de İsrail’e karşı savaşta hezimete uğraması vatanseverliği ile bilinen sanatçıyı derinden yaraladı. Ordusundan zafer bekleyen Ümmü Gülsüm, alınan mağlubiyete son derece üzüldü.Yine de kutsal savaştan dönen Mısır ordusuna konserleriyle moral vermeye çalıştı.
Bazı konserlerinde dinleyicilerin arasında, savaşın kahramanlarından biri olan Albay Cemal Abdünnasır da bulunuyordu.
Kaynakça;
Alkan, T., Her Daim Ümmü Gülsüm, Aksiyon Dergisi S. 488, Istanbul 2004.
Cantek, L., Türkiye’de Mısır Filmleri, Tarih ve Toplum Dergisi S. 204, Istanbul 2000.
Danielson, V.,The Voice of Egypt, Chicago 1997.
Özyıldırım, M., Ümmü Gülsüm, Cumhuriyet Dergi, Istanbul 2002.
Özyıldırım, M., Doğumunun 100. yılında es – sett, Milliyet Sanat Dergisi (Haziran 2004), Istanbul 2004.
Özyıldırım, M., Şarkın Sönmeyen Yıldızı Ümmü Gülsüm, Orkestra Müzik Dergisi (Temmuz 2004), Istanbul 2004.
Özyıldırım, M., Doğumunun Yüzüncü Yılında Ümmü Gülsüm, Metafor Dergisi (sayı II), Konya 2004.
Touma, H., H., Die Musik der Araben (çev. M. Şahiner), Internationales Institut für vergleichende Musikstudien Heinrichsofen_bücher Wilhelmshaven, Almanya 1999.
Tournier, M., Altın Damla, Ayrıntı Yay. Istanbul 1996. ALINTI

Sunday, April 29, 2012

Kentler ve Kütüphaneler

Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet Hafta Sonu/25 Ağustos 2007


"Bir kentin gelişmişlik göstergesi nedir?" sorusuna çeşitli yanıtlar verilebilir. Ama kısaca söylemek gerekirse, yanıt, kent halkının ekonomik, sosyal ve kültürel alanlardaki yaşam kalitelerinin düzeyidir.
Kentin gelişmişliğini asıl belirleyen, her yerde pıtrak gibi biten büyük alışveriş merkezleri değil kütüphaneler olmalı, değil mi? Kütüphanelerine özen göstermeyen bir toplum gelişmiş bir toplum olarak değerlendirilebilir mi?
Bu soruları bana sorduran şey, son bir haftadır yaz sıcağında adeta cennetten bir köşe olarak faydalandığım New York Halk Kütüphanesi . Manhattan'da 42. Sokak ile 5. Cadde'nin kesiştiği yerde bulunan bu görkemli binanın içinde bir süre kalınca, "Bir kütüphane nasıl böyle bir çekim merkezi haline getirilebilir?" diye soruyorsunuz kendi kendinize.
Düşünsenize, yaşadığınız kentte mimarisiyle baş döndüren bir binada hizmet veren, günde binlerce kişinin faydalandığı, Türkçe ve yabancı dillerde geniş bir arşivi bulunan, sergi salonları, konferans ve internet merkezleriyle her yaştan insanın buluştuğu ve ödünç kitap alarak okuyabildiği bir kütüphane olsa...
Daha önce kütüphanelere ilgi göstermemiş olanlar böyle bir binadan içeri girmezler mi? Bu soru, akla Vizontele Tuuba filminde Tarık Akan 'ın canlandırdığı öğretmenin, bir Güneydoğu Anadolu kasabasında bin bir güçlükle kurduğu kütüphanenin kaderini akla getiriyor.
Elbette, öncelikle insanlarda kitap sevgisini geliştirmek, okumaya olan ilgiyi artırmak gerekiyor. Bunu sağlamak için, "Her semte bir kütüphane" projesi başlatılsa, özel sektör ve belediyeler bu konuda el ele verse, gençler kütüphanelere yönelmezler mi?

Özel sektör ile kamu sektörünün kütüphanecilik alanında gerçekleştirdiği en başarılı örneklerden birisi New York Halk Kütüphanesi. Sayısal veriler de, bu başarının boyutlarını çarpıcı şekilde ortaya koyuyor.

Bugün Bronx, Manhattan ve Staten Island'ı kapsayacak şekilde toplam 86 semt kütüphanesi ve 4 araştırma kütüphanesinden kurulu geniş ağıyla hizmet veren kütüphanenin temeli 1895 yılında atılmış. O dönemde özel mülk halinde bulunan iki büyük kütüphane, Amerika'nın eski başkan adaylarından Samuel Jones Tilden'ın New York'ta halkın ücretsiz kullanımına açık kütüphaneler kurulmasını vasiyet ederek bıraktığı para kullanılarak bir araya getirilmiş.
Kütüphanenin koleksiyonunda 20 milyonu kitap olmak üzere 50 milyonu aşkın belge var. Toplam 13.6 milyon kullanıcısı; 2.31 milyon kütüphane kullanıcı kartı sahibi; 20 milyonu internet üzerinden olmak üzere toplam 34.5 milyon ziyaretçisi; 234 ülkeye açık internet sitesi; ziyaretçi kullanımına ayrılan 2337 bilgisayarı; çocuklara ve yetişkinlere yönelik 27.790 ayrı eğitim programı ve 2366 tam zamanlı, 1349 yarı zamanlı çalışanı bulunuyor.
90 binada kentin 338 kilometrekarelik alanını kapsayacak şekilde hizmet sunan dev bir kurum bu. (Bu rakamlar, kütüphanenin internet sitesinde yayımlanan 2006 yılına ilişkin genel rapordan alınmıştır.)
Bütün bu hizmetin toplam maliyeti, 2006 yılı rakamlarıyla 303.794.000 dolar. "Eh, Amerika zengin ülke, karşılar tabii bunca masrafı" diye düşünebiliriz.
Ama işin ilginç tarafı, bu mucize yalnızca kamu olanaklarıyla yaratılmamış. Eyalet hükümeti ve belediye desteğin önemli bir bölümünü karşılamakla birlikte, özel sektörden ve kütüphane mağazalarındaki hediyelik eşya satışlarından gelen kaynaklar, bağışlar ve çeşitli yatırımlar çok önemli bir destek sağlıyor.
Ayrıca 1455 kent gönüllüsünün, yıl boyunca toplam 100.320 saat çalışarak yaptığı katkıyı da belirtmek gerek. Görüldüğü gibi, New York Halk Kütüphanesi, tam bir modern kent projesi. Yaşadıkları kente gönül verenlerin el ele vererek yürüttükleri, imrendirici bir örnek proje.
Darısı ülkemizdeki bütün kentlerin başına!
Ülke genelindeki kütüphanelerin boğuştuğu finansman ve materyal sıkıntılarını ve kütüphanecilik mesleğinin pek de önemsenmediğini düşününce bu biraz hayal gibi kalıyor... Ama yine de süpermarketler, manavlar, berberler gibi, yaşadığımız semtte hemen ulaşabileceğimiz kütüphaneleri düşlemek bile güzel. O zaman semt kütüphanesinde çalışmak için gönüllü de oluruz!

Friday, April 27, 2012

KROPOTKİN, DELİ GÜLLABİCİLERİ VE VASIFLI DELİLER


Geel bugün Anvers iline bağlı bir belediye. Aileler hâlâ akıl hastalarına bakıyorlar. Ancak bunun için hastaların "eleme"den geçmeleri gerekiyor. Daha açık bir anlatımla, beledi­ye sınırları içindeki akıl hastahanesinde sıkı denetime tabii tu­tulan hastalar arasında ancak "tehlikeli" olmadıkları saptanan­ların aileler arasında yaşamalarına izin veriliyor. Kısacası, Geel'deki geleneksel komünal terapi günümüzde, merkezi otori­tenin denetime girmiş ve kurumlaşmış bulunuyor.

 Bütün komüniteryen-anarşistlerde olduğu gibi, Kropotkin'in düşüncelerinde de romantik bir Ortaçağcılık vardır. O da Ortaçağ'ın köy ve kasabalarındaki yüz yüze ilişkileri, dayanış­mayı, lonca örgütlenmelerini, hayır kurumlarını yüceltir. Orta­çağ köylerini "karşılıklı yardımlaşma"nın egemen olduğu ide­al toplum kabul eder. Geel de böyle bir Ortaçağ köyüydü.
 Darwin'in evrim kuramını eleştiren Kropotkin'e göre doğadaki canlıların hayatta kalabilmek için birbirleriyle ölümü ne mücadele etmeleri kural değildir. Doğada esas olan dayanışma, yardımlaşmadır. Dayanışma insan toplumunun evrimin de de önemli rol oynamıştır. Tarih boyunca ilkel komünde. Ortaçağ'in köy ve kasabalarında, zanaatçı loncalarında hep da­yanışma egemen olmuştur. Ancak, on altıncı yüzyıl Avrupasında özel mülkiyet sisteminin yaygınlaşması ve modem dev­letin doğuşuyla birlikte kardeşçe ilişkilerin yerini göze göz, dişe diş bir rekabet almıştır.
 Geel'deki dayanışma ve karşılıklı yardım, kapitalizmin ge­lişimi içinde beliren ve bazı "altın kalpli kapitalistler" eliyle gerçekleştirilen hayır işlerinden farklıydı. Modern zamanlar öncesine özgüydü.

Kropotkin, Geel Köyü'nde Ortaçağ'a ilişkin ütopyacı ve romantik düşüncelerini zenginleştiren kanıtlar bulmuştu. Geel bir "kardeşlik toplumu"ydu. Tahakkümsüz, eşitlikçi, paylaşım­cı bir toplum. Sevinç ve kederi paylaşan, gönüllü yardımlaşan, özgeci insanların biraraya geldikleri komünite. Bu top­lumda özgürlük mucizeler gerçekleştiriyor, insanlık zaferler kazanıyordu.
 Geel Köyü'ndeki komünal terapi insanların devlete ihtiyaç duymadan en ağır ve en yaşamsal sorunlarını dahi çözümleyebileceklerini göstermişti. Kropotkin, o dönemde sosyalistlerce savunulan "devlet eliyle sağlık hizmetleri" düşüncesini eleş­tirirken, Geel'de özgürlüğün yarattığı bu mucizeyi kanıt ola­rak öne sürüyordu. Kropotkin'e göre sağlık devlete bırakılma­yacak kadar ciddi bir sorundur. Devlete, diğer alanlarda ol­duğu gibi, bu bakımdan da güvenilmez. Çünkü, bürokrasiyi yaşamın acilliğinin önüne geçirmekten çekinmez.
 İnsancıl davranışların, kardeşçe ilişkilerin yarattığı bu ko­münal tedavi bugün bizlere bir düş gibi görünüyor. Beri yan­dan. Ortaçağ'ın büyülü dünyasına dönmenin mümkün olmadı­ğı inkar edilmez bir gerçek. Fakat, özellikle 1960'larda akıl hastalarının durumlarını iyileştirmek için önerilen radikal çözümlerin Kropotkin'in Geel örneğinden yola çıkarak geliştir­diği düşüncelerle benzerlikler taşıdığını pekala söyleyebiliriz.
 Felix Guattari ve bir grup Lacancı psikiyatristin kurdukla­rı Clinique de la Borde, Mayıs 1968'in mirasını da sahiple­niyordu. Klinikteki doktorların teröristlere yataklık yaptıkları­nı ileri süren polis, buraya birkaç kez baskın düzenlemişti.
 1970 yılında Heidelberg'de bazı radikal doktorlar ve bir grup akıl hastası biraraya gelerek SPK (Sozialistisches Patienten Kolektiv/Sosyalist Hastalar Kolektivitesi) adlı bir örgüt kurmuşlardı. Örgütün amacı akıl hastalarının tedavisinde çok köklü değişikliklerin yapılması için kampanyalar yürütmekti. Parlamento dışı muhalefete karşı çok sert önlemlerin alındığı 1970'lerin Batı Almanyasında anarşist düşünceleri benimsemiş SPK doktorlarının Kızıl Ordu Fraksiyonu ile ilişkileri olduğu, hastalara bomba imal etmeyi öğrettikleri ileri sürüldü. Yargı­lamalar sonucu doktorlardan Siegfried Hausner, Wolfgang ve Ursula Huber hapis cezalarına çarptırıldılar. (Meraklısı için not: Endüstriyel müzik topluluğu SPK'nın adını bu kolektiviteden aldığını, topluluk üyelerinden Graeme Ravell ve Derek Thompson'ın da bir süre psikiyatri kliniklerinde hasta bakıcı­lık yapmış olduklarını anımsatalım.)

Kropotkin, Geel örneği için, "özgürlük mucizeler yaratıyor" demişti. Yaşamının son dokuz-on yılını akıl hastanesinde ge­çirmiş olan Antonin Artaud'un şu kehaneti Kropotkin'in sö­zünü daha da anlamlı kılıyor: "En sonunda mucizenin gerçek­leşmemesi mümkün değil."

 Deli Derleme

''Amok Koşucusu''Birden çıldırarak koşmaya başlayan ve önüne kim çıkarsa çıksın öldüren ve öldürülene veya bayıltılana kadar durmadan koşan ve öldüren insanlara verilen ad. amok hastalığı genellikle malezya ve hindistan'da görülen kültürel bir sendromdur. Savaşlarda da bilinçli olarak kullanılan bir savaş yöntemidir.'' Osmanlı'da (deliler birliği) başıbozuklar Vikingler'de Berserkerler bu yöntemi kullanırdı. ikinci dünya savaşı'nda da Japonlar Amerikan askerlerine karşı yıldırma amaçlı olarak ellerinde süngülerle "banzai" diye bağırarak koşar ve karşılarına çıkan askerleri öldürürler ve ölene kadar koşarlardı. bunun savaştaki etkisi oldukça yüksektir.

*Osmanlıda deliler birliği:Asıl olarak kendilerine kılavuz, rehber manasına gelen delil ismi verilmesine karşın, cesur ve korkusuzca düşmana atılmaları nedeniyle halk arasında deli olarak anılmışlardır. 16 yüzyılda deliler; Rumeli beylerbeyi, Semendere ve Bosna sancak beylerinin yönetiminde; 17. yüzyılın sonlarından itibaren de Anadolu vezir ve beylerbeylerinin yönetimi altında olmuşlardır. 60'ar kişilik "bayrak" adı verilen ocaklara ayrılmışlar, seferlerde "Delibaşı" adı verilen komutanları tarafından yönetilmişlerdir.

17.yy'dan itibaren başlarına bir arşın uzunluğunda siyah kuzu derisinden üstü sarıklı bir kalpak giymeye başladılar.Bayraklarında "Kaderde ne varsa o gelir başa" yazılıydı. Efsanevi bir ünleri vardır.

Bir rivayete göre de ıslatılmış mermer üzerine çıplak elle tokat atarak talim ederlerdi. İri yarı adamların ellerinde sadece bir kalkanla ve dahi kimi zaman o bile olmaksızın üzerlerine saldırdığını gören düşman askeri ne olduğunu anlayamadan, meşhur Osmanlı tokadıyla karşı karşıya gelir, ve bunun nasıl bir şey olduğunu anladığında ya ölü ya da artık savaşamayacak denli sakat bir asker olurdu. Osmanlı tokadı kavramı buradan çıkmıştır.18. yüzyılda bozulmaları sonucu yönetimi altındaki beylerbeyinin görevden alınması sonucu görevlerini kaybetmişlerdir. Bu süreçten sonra köylere saldırmaya başlamışlar, eşkiyalık faaliyetleri sebebiyle 1829'da II. Mahmut tarafından dağıtılmışlardır.(Tanzimat Dönemi Osmanlı Ordusu (1839-1876)) dersimli sevuşen
 Not:''Halk diline "deli güllabicisi" olarak geçen akıl hastanelerinde çalışan hizmetlilere güllabi denir.

yalınayak şiirdir

1. biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük kardeşim

emrazı zühreviye hastanesi'ne kapatıldı anamız

adıyla çalışan ermiş sirkeci kadınlarındandır

şeker atar hâlâ mazgallardan cankurtaran'da

acı bacı'nın acı bilmez uçurtma çocuklarına

yıl sonu müsamerelerine kimler çıkarılmaz?

2. velhasıl onlar vurdu biz büyüdük kardeşim

babamız dövüldü güllabici odunlarla tımarhanede

acaba halk nedir diye düşünür arada işittiği

dudullu'dan tâ salacak'a koşarak alkışlayalım

fazla babalarıyla dondurma yiyen çocukları

hangi çocukların neye imrenmesi yalınayak şiirdir? 
Ece Ayhan

Thursday, April 26, 2012

Jean Luc Godard

Jean-Luc Godard (d. 3 Aralık 1930) Fransız ve İsviçreli film yönetmeni ve sinema eleştirmeni. Fransız Yeni Dalga Akımının en etkili üyelerinden birisi.

Burjuva bir ailenin sosyalist çocuğu olan godard'ın babası doktor annesi ise isveç'in en zengin bankacılarından birinin kızıydı. sorborne'da etnoloji okurken aralarına katıldığı françois truffaut, jacques rivette ve eric rohmer sinemaya yönelmesini sağlamış, godard rivette ve rohmer ile beraber "gazette du cinéma"yı kurmuştur. "hans lucas" takma ismiyle pek çok yayın organına makale yazmıştır. rivette ve rohmer ile birlikte iki filmi finanse etmek için çalışmaya başlayan godard, ailesinin parasal desteği kesilince bohem hayatı tercih etmiş ve gerektiğinde yiyecek vs çalarak hayatını idame ettirmiştir. sosyalisttir. Çektiği bütün filmleri etiyle tırnağıyla zar-zor finanse edebilmiştir.

birlikte film yapmayı öğrenmek için ekibe mektup - jean-luc godard

''ben oynuyorum
sen oynuyorsun
biz oynuyoruz
sinema.
sanıyorsun ki
oyunun kuralı var,
ama yok.
sen sanıyorsun ki,
oyunun kuralı yok,
ama aslında var.
çünkü sen bir çocuksun,
henüz bilmeyen
oyunun ne olduğunu,
ve onun
yetişkinlere özgü olduğunu düşünen,
ki sen de artık onlardan birisin
unuttuğun için
bunun çocuk oyunu olduğunu.
o neyin içindedir?
birçok cevap verilebilir:
işte iki ya da üç tanesi:
kendini gözlemlemek
başkalarının aynasında.
unutmak ve bilmek,
hızlı ve yavaş
dünyayı
ve kendini.
düşünmek ve konuşmak,
garip bir oyun:
işte hayat budur!"

Jean Luc Godard'dan inciler

“Bugün bile, yapılması gerektiği gibi bir film yapmak, benim için, yaşamak istediğim gibi bir hayat yaşamaktan daha kolay... Eğer yaşamaya hakkım olduğuna inandığım hayatı yaşayabilseydim; film ya da sanatla uğraşacağımı düşünmüyorum.”

“Çölde küçük taşlar toplayan amcam Théodore Monod gibi ben de cümle parçacıklarıyla, cümleciklerle, teoremlerle ilgiliyim... Jacques Derrida bir blok alıyor ve onu söküyordu. Bense tersini yapıyorum, bulmacalar düzüyorum. Artemis'in ayağı, onu şuraya koyuyorum, bakıyorum olmamış. Sonra onu Raymond Chandler'a yapıştırıyorum ve diyorum ki kendime, hah işte, burada bir yasa olabilir.”

“%10’un bir parçası olarak o sinirli ve ciddi görünüşünün arkasında yatan büyülü sine
“Sinema, sanat ile yaşam arası bir şeydir. Resim ve edebiyattan farklı olarak hem yaşamı verir hem de yaşamdan alır. Ben filmlerimde bunu uygulamaya çalıştım.”

(Robert Bresson hakkında) “Sinemanın spektaküler bir şey olduğunu bana öğreten odur ama aynı zamanda ahlaki ve metafizik bir yönü olduğunu da, ki bu bir üslup ve özgünlük meselesiydi.”

“Artık sadece iletişim araçları var, iletişimin kendisi yok.”

“Bir bilinç haline gelmek patlamaktır ve bu patlamada da acı vardır."

“Yığınla genç sinemacıyı etkilediğim ileri sürülüyor. Dahası bir Jean-Luc Godard stilinden söz ediliyor. Bence Godard’ın stili, bir stilinin olmamasıdır. Ben sadece filmler yapmak istiyorum, hepsi bu.”
“Filmler saniyede 24 kere gerçeğin ta kendisidir." (Le Petit soldat filminden)

“Sinemacı Freudyen anlamda bir ‘değişim bölgesi’ne sahiptir. Çeşitli eğilimleri vardır. Yeteneklidir. Bir büyücü gibi sözleri bedeniyle nakleder… Sinema bir cadıdır. Ortaçağ’daki gibi yakılamaz. O halde yüceltilmelidir.”

“Film; kendini alıcı karşısında doğrulamak isteyen birinin özel günlüğü, not defteri ya da tek başına konuşmasıdır.”

“İnsan bir kitapla şok olmaz. Buna karşılık sinemada şok yaşanır.”

“Nicholas Ray, sinemadır.”

“Her Fransız aslında iki meslek icra eder. Kendi mesleği ve film eleştirmenliği.”
“Sinema ne sanattır ne de hayatın kendisi; ikisinin ortasında bir şeydir.”

“Kimi insanlar sokakta yürürken etrafı bakıp gözlemler, kimileri ise önüne bakar ve başını kaldırdığında birdenbire mühim bir şeyler görüverir; bunu sinemaya uyarlarsak, ben ikinci türden bir yönetmenim.”

“Ben kapıları açmayı severim, o kadar!”

“Sinema uygulamadan kurama giden bir tablodur.”

“Kitaplar sabah vakti yazdıklarımız, filmler de akşam vakti hayal ettiklerimizdir.”

“Sesli sinemayla birlikte, görmeyi, düşünmeyi, hayal kurmayı da bir yana itmek gerekti. Sesli sinemanın bütün büyük filmleri sessizdir. Öyleyse, örnek olarak sessiz filmler alınmalı ve bunların sesli sinema döneminde ne hale geldiklerine bakılmalı

“Aşksız film olmaz… Sinema her şeyden önce onu yapanların bu sanata derin bir aşkla bağlanmalarıyla yürüyor. Televizyon ise bir çeşit mecburiyet gibi.”

“Sinema Habil, televizyon ise Kabil diyebilirim.”

“Görüntülere ses katmadığı için halk tarafından sevilen sessiz sinema çok güçlüydü. Endüstri, bilinçaltı korkuya kapıldı ve filmler sesli yapılmaya başlandı.”

“Adlarla çok ilgiliyim. Neden acaba Amerikalılar kendilerini bütün bir kıtanın adıyla adlandırırlar mesela? Amerikalı, bu hukukî bir ad, ama topraktan gelmiyor. Büyük handikapları ve bugünkü o karmaşık suçları işte budur. Ayakları toprağa basmıyor. İşte belki burundan konuşmalarının nedeni de bu.”

“Doğru sayılan değerlerin yanlış, yanlış sayılanların da doğru olduğu ileri sürüldü… Ama bugün ne doğru var ne de yanlış ve her şey zorlaştıkça zorlaştı… Evet, giderek daha fazla şey gösteriliyor, ama giderek daha az şey görmekteyiz.”

“Sinemada pek istediğimi yaptığımı söyleyemem. Belki 20 kez yapabildim.”

“Düşünmüyoruz, düşünülüyoruz… Kendimize ait bir şeyimiz yok. Bakmıyoruz, şeyler tarafından bakılıyoruz. Bakışlarımız yönlendiriliyor, belki düşüncemiz de.”

Yirmili yaşlarda sayısız film yaptım; ama bunları kimse görmedi. Çünkü bunları çekmedim. Benim zihnimde kaldılar. Bugün bu yapmadıklarımı da yaptıklarımın yanında sunabilmeyi isterdim.”

“Montaj hiç varolmadı. Hayatı akışa hiç geçiremedi, çok ender istisnalar dışında -tıpkı evrimde olduğu gibi. Arthur Rimbaud ile Stephen Mallarmé gerçek montajcılardı. Sinema bunu yapmayı başaramadı. Yine de, çocukça niyetleri vardı ama paranın kötü kullanımı yüzünden bunlar çok çabuk yozlaşıp gittiler. Sinemanın binde biri yine de kurtarılabilir. Diyelim ki bu sulardan kurtarılmış Musa olsun.”

“Burjuva sinemacılar gerçeğin yansımalarına odaklanırlar, biz ise bu yansımanın gerçekliği ile ilgileniyoruz.”

“Hikaye anlatmakta iyi olanlar Amerikalılardır, Fransızlar değil. Flaubert ve Proust hikaye anlatamazlar. Onların yaptıkları başka bir şeydir.

Neden Godard


Neden Godard? (I)
Ulus Baker
 İlk tartışma seansımıza Michel Foucault’nun “bakışın arkeolojisi”yle başlamamızın iki nedeni var: birincisi, eğer bu atölye çalışması bizi belli bir “iş” yapmaya, tartışmalarımızı görsel-işitsel, videografik imajlara taşıyacaksa –daha doğrusu böyle bir ortak karara varılırsa– arkadaşımız Dr. Deniz Dülgeroğlu’nun imkan sağlayabileceği bir “hastane çekimi” olanağımız olacak… İkincisi, Michel Foucault’nun “Kliniğin Doğuşu: Tıbbi Bakışın Bir Arkeolijosi” adlı incelemesi, onun eserinin tümü içinde yerine oturtulduğunda genel olarak “bakışın ve görmenin” arkeolojisinin bir parçası, bu yönde bir metodolojik girişim olarak okunabilir. Katılımcılardan bu kitabı doğrudan okumalarını zaman problemi nedeniyle tabii ki istemeyeceğiz –zaten belli bir uzmanlığı gerektiren bir okuma olurdu bu. Ama Foucault’nun eserinin bütünü, modern adını verdiğimiz çağlarda bakışın ve dilin örgütlenişini tartıştığı asli bir boyuta sahip… Bu örgütleniş sonuçta modernliğin “görülebilir” olan ile “anlatılabilir” olan arasındaki bir bağı sorunlaştırmış, bu ikisini kâh buluşturmuş, kâh birbirlerinden koparmış olduğudur. “Görülebilirliğin” büyük ustalarından Jean-Luc Godard ile “söylemlerin” büyük ustası Foucault’nun tartışmalarımız sırasında muhakkak ki karşılaşacağımız bir buluşmaları var. Godard’ın önemi de bu yüzden sadece sinemanın içine, onun tarihine sığdırılabilir değildir. Karşılaşmalardan, mesela Deleuze’ün Godard’ı okumasından azami faydalanmak gerekir. Godard’ın son karşılaşmaları ise bu atölye sırasında özel bir önem atfettiğimiz TV ve Video işleri… Nasıl Foucault’nun tasvir ettiği “klinik tıp” bakış (muayene) ile onu içine yutan bir anlatının, bir söylemin, tıbbi bir “tasvir” jargonunun stratejik işbirliği olduysa, Godard’ın önerdiği “imaj pedagojisi” de hayatın akışına dair “okunabilir imajlara” yönelik bir peçe-indirme faaliyetidir.

Unutmayalım ki modern zamanların her yeni kuşağı imajlarla ve onların çeşitlenen, birbirlerini yutan veya birbirinin yerini alan türleriyle gitgide daha haşırneşir. Gitgide daha az okuyor, daha çok seyrediyoruz. Ama bu Vilém Flusser’in fotoğrafla başlattığı “teknik imajlar” silsilesinin –180 yıllık fotoğraf, 100 yıllık sinema, 50 yıllık televizyon ve 20 yıllık dijital imajlar tarihinin– aslında bir “okunabilir imajlar” dünyası içinde hareket etmekte olduğunu dışlamıyor. Belki de “seyredilebilen” temsili imajlar (resim, plastik ve grafik sanatlar) tarihinin ötesinde bu teknik imajlar, giderek asli parçaları olarak sesi de içerip “okunabilir” olma özelliklerini okumanın ve anlamanın “yerini alma” tarzında icra ediyorlar.

Ne yazık ki “teknik imajlarla” başedebilen kültürel oluşumlar yaratabilmiş olduğumuz tam anlamıyla söylenemez. Modern Görsel Sanatlar dersi sırasında Ersan Ocak “videoyu artık hep bir düşünme makinesi” olarak tasarlayarak kullanmak kaygısında olduğunu ısrarla söylüyordu. Bu önemli bir varsayımdır, ama düşünmenin ne olduğu konusunda, hele hele henüz kararlaştırılmamış olan “imajlarla düşünme”nin ne anlama gelebileceği konusunda yeterli delillerimiz bulunmadığı için, unsurları henüz yerine oturmamış bir sorgudur. Tabii ki eğer bu unsurların “yerine oturması”nın gerekli olduğunu da bir varsayım olarak ileri sürebileceksek…

Godard’ın önerdiği imajlar pedagojisi imajlardaki “okunaklılığı” meydana çıkarmayı amaçlıyor. Deleuze’ün yazdığı gibi, “bir imajda gerektiğinden az şey görebiliyorsak bu onu okumayı iyi bilmediğimizdendir.” Ne imajın yoğunlaşmasının, ne de seyrelmesinin hakkını veriyoruz demektir –çünkü imajlar seyrek veya yoğun, ya da yeğin olabilirler, az nesne gösterebilirler, çok nesne gösterebilirler, hatta bazen hiçbir nesneyi göstermeye kalkışabilirler. İşte bu yüzden Jean-Luc Godard bir imaj pedagojisi öneriyor… Burada izleyeceğimiz filmlerinin (öçellikle TV için yapılan videografik işleri) işte böyle bir görme pedagojisinin izdüşümleri olarak okunmalılar… Çünkü Vilém Flusser’in de işaretlediği gibi “teknik” imajlar seyredilmeye veya bakılmaya değil, “okunmaya” adanmış imajlardır.

Bir imajlar pedagojisine gerçekten ihtiyacımız var. Özellikle TV ve Internet aracılığıyla artık kavranamaz-katlanılamaz yoğunluğa ve ebatlara erişmiş olan şu korkunç “imajlar bombardımanı” altında… Okunabilir imajlar okunabilir oldukları ölçüde, yani André Bazin’in deyişiyle “gerçekliğin temsili değil, bıraktığı izler” olarak deşifre edildikleri sürece bilinç üzerinde mesela bir resimden farklı etkiler uyandırıyorlar. Bir ressamın yaptığı resmin, bir heykelcinin heykelinin gerçekliği manipüle ettiğini söylemenin hiçbir manası yoktur. En gerçekçi resmin bile “gerçekliğin bir temsili” olduğu doğrultusunda evrensel ve doğal bir uzlaşma vardır. Oysa teknik imaj, mesela bir fotoğraf, ne gerçekliğin kendisidir ne de bir temsili… O gerçekliğin, nesnel bir şeyin fotoğrafik bir plaka üstünde bıraktığı bir izden başka bir şey değildir. Gilles Deleuze’ün yazdığı gibi bir fotograma, ya da sinemadaki bir çekime, bir kadraja sığdırılan, ama araya herhangi birisinin fırçasının, beyninin ya da elinin girmediği, yani temsili olmayan bir “kayıt”.

Bazen teknik bir yeniliğin toplum veya uygarlık tarafından “yorumlandığı” olur. Pozlama süresinin uzunluğu yüzünden 1860′lara kadar fotoğraf bize canlı ve hareketli insan hayatının, sokakların görüntüsünü veremiyordu. En civcivli saatlerde çekilmiş sokaklar bomboştu ve hiçkimsenin gülümsemesini ya da belli bir pozunu yarım saat yüzünde veya vücudunda tutmasını bekleyemeyeceğinizden portre fotoğrafı imkansızdı. Bu ilk fotoğrafçıların “manzara” resmiyle ve “natürmortla” bir dalaşmaya girdikleri anlamına geliyor. Çekilecek malzemeyi düzenlemek ve kurmak fotoğrafçılığın ilk dönemlerinin esasıydı. Ama kültür her teknik yeniliği kendine göre yorumlayıp yönlendirebilecek o kadar tuhaf bir güce sahiptir ki, sözgelimi 19. Yüzyıl Protestan Amerika’sı fotoğraf ile karşılaştığında (bunlara daguerrotype’ler deniyordu) bu yeni icadı çok ilgi çekici bir kültüre adapte edebilmişti: canlı insan çekilemezse ölü çekilebilir… Memento Mori (ölümü ya da ölüyü hatırla) denen bu kültür, 1850′ler Amerika’sında çok yaygınlaştı ve kendine gerçek fotoğraf sanatçıları ediniverdi. Bu fotoğraf uzmanları ölü şeyleri belli bir kadraj ve görülebilirlik çerçevesi içerisinde düzenlemekte uzmanlaşmıştılar ve aralarında bazıları “sanatçı” kimliğiyle sivrilebiliyorlardı. Fotoğrafik cihazın o andaki özelliği (uzun pozlama süresi) onlar için artık bir eksiklik değil, bir yeniliktir –ölüleri, özellikle çocuk ölüleri (neden?) makyajlamak, estetik bakımdan bezeyip donatmak ve fotoğrafik bir ölüm maskını kaydetmek…

Bu ölüm maskı genellikle çocuklardan ve bebeklerden alıyorduysa bunun çok ciddi bir psiko-sosyal temeli olmalı: onları görmüş ve o pek çabuk değişmelerini ancak saptayabilmiş bir gözün oluşturduğu hafıza biçimiyle ilgili olmalı bu durum. Beethoven’in ya da Abraham Lincoln’un ölüm maskları onların “bitik” halini verirken, bir çocuğun ya da bebeğin “taze” ölümü çok az görülmüş olan bir imajı gelecek için kaydetme arzusunu uyandırır. Sanki çocuktan hatırlanabilecek olan tek şey bu Memento Mori tarafından hatırlatılabilecektir. Elbette Batının akın tarihinde ölüm ve ölüme dair imaj konusundaki önemli bir dönüşümü, Ondokuzuncu yüzyılda hastane gibi ölümün dışlandığı bir mekanda değil, topyekün olarak aile içinde, ailenin ve yakın çevrenin bakışları altında ölündüğünü hatırlamak gerekiyor. Ölüm henüz “dışarı atılan”, “saklannması-gizlenmesi” gereken, yani pornografik bir olgu değildi… Yaşam sürdüğü ölçüde ona aitti. Dolayısıyla bir ölüm maskının saklanması (Hitchcock’un Psycho filminde artık tuhaf ve korkutucu, ama en önemlisi “sapıkça” gelen bir imaj) herhalde kimseyi rencide etmezdi… Ölüm imajlarının rahatsız ediciliği daha çok günümüze aittir –dramatik ölümlere dair bir gazeteciliğimiz, şiddetin yüceltilişi, ama aynı zamanda ölümün hastahaneye, görülmezliğe saklanması, hasıraltı edilişi…

Ondokuzuncu yüzyıl Memento Mori kültürünün Godard gibi bir filmcinin bilincine ne ölçüde dahil olduğunu bilme olanağına sahip değiliz. Ama onun son derecede ilginç “ölüm” imajları kurma yeteneğine sahip olduğunu iyi biliyoruz. Bir söz yazıldığında nasıl zorunlu olarak ölümle ilgiliyse (çünkü sözü eden ölür ve artık hiçbir yoruma ya da sorgulamaya cevap veremez –dolayısıyla Sokratesçi bir formüle göre bu bir haksızlık bir “zehirdir”….), bir imaj da her zaman bir ölüm maskı gibidir… İlk Godard filmlerinde filmin kahramanı (ya da o “büyüleyici” anti-kahramanı sanki ölüme doğru gitmek zorundadır. Bu tam anlamıyla bir Hollywood klişesidir. Ölüm kendini ta baştan sezdirmeye başlar Hollywood filmlerinde –yani tam anlamıyla bir “mahkumiyet”. Godard ise bu klişeyi filmdeki kişiliğin umursamazlığının gücüyle yıkacaktır –ölüm bile bu umursamazlığın gücünü kıramayacaktır (Nefes Nefese ve Soytarı Pierrot).

Foucault’yla başlamamızın nedenlerinden biri, onun Ondokuzuncu yüzyılda, sanıyoruz ki Memento Mori geleneğine de tekabül eden “tıbbi” bir olayı en iyi anlayan kişi olmasıdır: klinik bakışın doğuşu… Buna göre artık hastalıklar ölümün nedeni değildiler… Onlar doğarken ölmüş olmanın, yani ölmeye başlamanın sürecine aittiler. Böylece Bichat ve Claude Bernard ile birlikte ölüme dair yeni bir felsefe imkanı doğuyordu… tabii tıpçıların Althusser’in deyişiyle “sıradan ideolojisi”nin ötesine geçmeyen bir felsefeydi bu. Buna göre her hastalık bir “anti-hayat” gücüne sahiptir –dokularda yayılarak ilerleyen ve sonuçta tüm vücut fonksiyonları son noktasına getirebilen. Bu hayatın antitezi olarak hastalıkların da bir hayatı, doğum-büyüme ve ölüm süreci olduğunu söylemek demektir. Godard’ın sinemadan bakışı hekimin MR, ya da EKG cihazından “klinik” bakışından pek uzakta değildir –Pravda’da görüldüğü gibi “hasta” bir toplumda, “hasta” bir dünyada yaşıyoruz…

Ama ölüme aynı bakış hayatı da bir güç, bir kudret, bir élan vital olarak koymaktan geri kalmaz. Yaşamak ölümün o topyekün seferber ettiği güçlere karşı bir direniş olarak, bir direnç olarak anlaşılmalıdır. Hayat onu sürekli olarak aşındıran güçler karşısında cereyan eden şeydir ve ne zaman biteceğini –intihar konusunda bile bu böyledir, göreceğiz– asla bilemeyeceği için varolur. Camus’ye göre bile “saçma” olan hayat değildir, ölüme karar vermektir. “Tek önemli mesele intihardır” bize şunu anlatıyor: hayat eğer ölüme böyle adanmışsa onu yaşamak gerekir… Nasıl? Bu sorunun cevabı için Godard’ın kötümserlik tarzını iyice kavramamız gerekiyor…

Ölüm hiçkimse için Godard kadar “şiirsel” bir olgu haline gelmedi. Onunla yarışabilen herhalde –ve bambaşka bir açıdan– bir Ernst Jünger vardır. O kadar şiirsel ki kanlar içinde biri onun filminde kalkıp “bu kan değil ki, yalnızca kırmızı boya” veya “demek ki ölmemişim, çünkü bütün hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmedi” diyebilir… Bütün bunlar yalnızca bir ölüm parodisi değil, hayatın temel “irkilme” kudretinin birer parçası olmalı… Meseleye çoğunuzun hoşuna gitmeyecek bir “ölüm” meselesiyle başlamamızın nedeni aslında “ölüm” sözcüğünün bile hemen bir yaşama içgüdünü çağırıyor olmasıdır. Heidegger kadar büyük bir filozof bize “ölüme-doğru-olma” halinin felsefesini yaptıydı –buna göre yalnız kendi ölümümüzü yapayalnız ölüyoruz ve bunu adamakıllı kavrarsak hayatı daha iyi yaşıyoruz, yani onun çaresizce bir “yapım”, bir “inşa” meselesi olduğunun farkına varıyoruz… Bu felsefi “güce” rağmen, ölümün hayat içine taşınması zor, hatta imkansızdır. Mesela 17. Yüzyılda Spinoza için ölüm düşünülebilir bir şey değildir –düşünmeye değmez bile, çünkü hiçtir… Sonraki yüzyılların neden ölümü düşünmenin alanına davet ettiği ise karmaşık bir sorundur… Her durumda ölüm nedense gündeliktir, hergün karşılaştığımız bir durumdur… Bu yüzden onu sıradanlaştırmak için uygarlığımız elinden geleni yapmaktadır…

Godard içinse esas olan hastalıktır, çünkü henüz hayata aittir… Adı Carmen’de o ölüm meleği kız hasta bir yönetmenden (Godard tabii) film çekebilmek için olanaklar talep eder… Aslında Godard’ın hasta olup olmadığı asla belli değildir. Hastahanede kalabilmek için herkese, hemşirelere bile hasta gibi davranmaktadır… Tek diyebileceğimiz şey “öyleyse” onun gerçekten hasta olduğudur… Öyleyse herhangi bir Godard filminin mutlaka bir “hayat memat” meselesi etrafında döndüğünü de kavrayabiliriz…

Bu imajlar pedagojisinin etrafında poetik bir bilinç kurmaya yönelen Godard, bu bilinci “estetik” araçlarla edinmeye çalışan Antonioni’den farklı olarak, Pasolini’nin söylediği gibi, “teknik” bir şiirsellik kurmanın peşindeydi. “Hiç kuşkusuz Godard da, tıpkı Antonioni gibi hasta insanlar çekiyor –’dünya onlara dokunuyor’: ama bu insanlar bir tedavi altında değiller, maddi özgürlüklerinden hiçbir şey kaybetmemiş haldeler; hayat dolu hepsi… Ve bu herhalde yepyeni bir insan tipinin antropolojik olarak doğmakta olduğunu gösteriyor…”

Yeni Dalga bütün olmayan mekanlara neden yöneliyordu? –planları kırıp parçalayarak, çekimlerin “belli bir yerdeliğini” imkansız kılarak, bütünleştirilebilir-olmayan mekanları elde etmek için: işte Bu yüzden Godard’ın filmlerinin geçtiği mekanlar genellikle tamamlanmamış, inşaat veya çözülme halinde mekanlardır: Horgörü’deki henüz inşa halindeki daire… ve çerçevesiz kapılar…

İlk iki uzun filmi, Nefes Nefese ile Soytarı Pierrot, bir taraftan bu belirsiz mekanlarda sürekli bir gezinti, dolaşma ve yolunu kaybetme halindeyken, öte taraftan başlarına gelen olaylardan sanki hiç etkilenmiyorlar –aşktan, ihanetten hatta ölümden bile… sürekli bir “karanlık olaylar” silsilesi içinde yaşıyorlar sanki…

Çünkü, Charles Péguy’nin bir şiirinde söylendiği gibi: “Paris n’appartient à personne”, Paris kimseye ait değil… Yeni Dalgacılar Paris’i kısa filmlerle çekmek üzere biraraya geldiklerinde ortaya çıkan sonuç Paris’in kimseye ait olmadığıydı. Bu durumun bütün “siyasi” imalarını saklı tutuyoruz –ya da yalnızca değinip geçiyoruz: o Paris ki asırlar boyu “bize ait” diye defalarca ilan edilmişti –”bize”, yani kimseye değil, halka (le Peuple ile Komünler)…

Tabii ki Godard da “Paris nous appartient”, Paris Bizimdir adlı bir film çekmekte gecikmeyecektir. Hayattaki ve kentteki beceriksizliklerimizin toplamı –jest’in yitirilişi… Böylece aksiyon filmlerin asla kabul edemeyeceği “sahte-hareketler” Yeni Dalga filmlerinin zorunlu bir parçası haline geleceklerdir.

Deleuze’ün söylediği gibi bu ilk biçimlerini İtalyan Neo-Realistlerinin icat ettikleri zaman-imajın asli unsurlarından birisiydi: aksiyon filmin doğasında bulunan hareket-imajların sıkı sıkıya bağlı bulunduğu duyusal-hareki şemalar artık kırılacaktır. Film “kahramanlarının” konumlandırılmış, zaman-mekan sürekliliğine konulmuş bir duruma verdikleri cevaplardan ve reaksiyonlardan oluşan kalıplar (yani Hollywood imajları) parçalanacaktır. Yeni Dalga, özellikle Jacques Tati’den başlayarak en bilinçli tarzını Godard’da bulacak bir süreçti: insanlar bu yaşamda çoğu zaman “ne yapacaklarını bilemezler” –”J’sais quoi faire” (Soytarı Pierrot)… Filmde görünenler ve seyredilenler de en az seyirciler kadar “seyirci kalmaya” mahkumdurlar öyleyse…

Yeni Dalganın yeni imajları dolayısıyla sürekli gezintilerin, bir balad halinin, sürekli geri-duruş ve yüz-çevirme edimlerinin ve serbest kalmış saf “optik” ve “sesli” göstergelerin işlediği bir dünyaya aittirler. “Made in USA” filmiyle birlikte Godard artık “tespitlere” ve “komanterlere” başlayacaktır. Filmin kahramanı –ya da anti-kahramanı– artık yalnızca bir şahide dönüşmüştür ve aslında birbirleriyle asla belli bir mantıki bağlantısı olmayan olaylar ve haller üzerinde tasvirler yapmaya başlar…

Bu artık neredeyse didaktik ve pedagojik bir nesnelciliktir (Sauve qui peut (la vie)… veya Onun hakkında bildiğim iki üç şey…) Düşünme ve bilinç süreci artık imajların içeriğiyle ilgilenmekle yetinmez, imajların bizzat biçimleriyle de ilgilenmeye başlar… Artık imajlara kendi yalanlarını söyletmek, itiraf ettirmek söz konusudur. Nasıl işlediklerini, hangi klişeleri terennüm ettiklerini göstermek meselesidir.

Neden Godard’la Uğraşıyoruz? (II)
Ulus Baker

1.
Çünkü amaç “politika üstüne” ya da “politika konulu” film yapmak değil, politik filmi politik yapmak… Godard geleneksel olarak sinemada (ister klasik Hollywood, isterse “sanatkâr Avrupa” sineması) kendini gizleyen “olağan politikayı” (bazıları buna “ideoloji” veya “sinemacıların kendiliğinden ideolojisi” diyebilirler) ilk eserlerinden itibaren sezmişti… Sinemayla ilgisinin Cahiers du Cinéma dergisinde yürüttüğü bir “eleştiri” kariyeriyle başladığını hatırlayalım… Ama ilk filmlerinden itibaren sinemanın konvansiyonlarını kırma konusunda oldukça bilinçli bir çabayı takip edebiliyoruz. Film yapmak anlaşılan JLG için bir politik bilinçlenme sürecinin tetiğini çekmiş görünüyor. Bu süreci bizim de kendi pratiğimizde hissetmek zorunda olmamız bizi Godard ile uğraşmaya davet etti…

Not 1:
Her bakımdan JLG sinemayı politik bir bilinçlenmenin aygıtı olarak kavramış görünüyor. Sinemanın, “en etkili sanat” olarak mesela bir Lenin tarafından keşfi, sonuçta Eisenstein gibi büyük bir filmcinin ellerinde bir “bilinçlendirme” aracı haline dönüşmesini vaaz ediyordu… Yani Marx’ın o “önce eğitenin eğitilmesi gerekmiyor mu?” sorusu unutulmuş gibiydi… Daha da kötüsü, Lenin erken ölünce sinemaya atfettiği gücün ne manaya geldiği de pek çabuk unutuldu –Vertov film yapamaz hale geldi, Eisenstein iktidarın istediği filmleri yapmak zorunda kaldı… ta ki her ikisi de kanser olup ölene kadar… Her durumda sinema bir “görmeyi” öğrenmedir ve bundan başka bir şey değildir… Groupe Dziga Vertov, Cinéma Vérité ve Godard bu amacın dışına hiçbir zaman çıkmadılar…

Not 2:
Bugün özellikle Türkiye’de, başka Üçüncü Dünya ülkelerinden (İran, Endonezya, Malezya, Afrika ve Latin-Orta Amerika ülkeleri vesaire…) –ve ne yazık ki– farklı olarak sinema artık “politik” olamıyor… En “politik” konuları çektiğinde bile (Reis Çelik’in o berbat “Hoşçakal Yarın”ı bunun en iyi örneğidir…) onları otoriter-nostaljik (bugünkü deyişle “Kemalist”) zihniyetin içine taşıyabilir… Politika nostaljiden en uzak hayat deneyimidir… hep o anla ve gelecekle uğraşır, geleneklerle değil…

Not 3:
Hollywood veya Sovyet Devrimci Sineması (burada yalnızca Sinegöz’ü ve Vertov’u dışarıda bırakıyoruz) “politik” filmi yalnızca siyasi meselelerle ilgilenen bir sinema uğraşısı olarak değerlendiriyordu. Filmelir işleyiş tarzı siyasal değildi, ama içerikleri siyasaldı… bol bol mesaj ve slogan vardı… ama imajlar pek ender olarak (bazen Eisenstein filmlerinde) kendi baylarına politiktiler… Sinemayı politik kılmak onu siyasi meselelerle uğraşmaktan kurtarıp, henüz siyasallaşmamış meselelerle uğraştırarak olabilir… işte o zaman sinemanın ya da videonun siyaset yapmaya başladığını söyleyebilecek hale geliriz…

2.
Çünkü amaç “doğru bir imaj” yapmak değildir, bir imajı “dosdoğru” yapmaktır… “Doğru imaj” denen şeyleri reklamcılara bırakmak gerekiyor… Sinema, kendi tarihi ve evrimi içinde “doğru” imajların nasıl yapılacağını oldukça erken bir dönemde keşfetmişti zaten –Porter ve Griffith, sonra Kuleşov ve Eisenstein, sonuçta “tüm zamanlar” (sinema eleştirmenlerinin en hoşlandıkları lafın bu “tüm zamanların en…” olduğunu unutmayalım) için geçerli olduğu varsayılan bütün sinematografik biçimleri (montaj, kadraj, eylem, filmik kahraman vesaire vesaire) keşfetmiştiler… Oysa Godard’la birlikte, sürekli ağır bombardımanı altında olduğumuz bu “doğru imajlar”ın ötesinde, “herhanki bir imajı” nasıl güçlendireceğimizi, konvansiyonlarından ve klişe-yapılarından nasıl söküp alabileceğimi sormak zorundayız…

Not 1:
“Non pas une image juste, mais juste une image” Godard sinematografisinin temel sloganı… “Doğru imaj” sinema için bugün genel hayat için “politically correct” (politik bakımdan doğru) diye önerilen yaşam biçiminin bir izdüşümüdür. Bu imajlarda şiddetin, aşırı seksin ve “doğru olmayan” görüntülerin dışlanması beklenir. Sinematografik açıdan “doğru imaj” anlatının sürekliliğini ve iç uyumunu bozmayan, kendini seyirciye yabancı kılmayacak, onun hayatta alışmış olduğu anlatı ilkelerine yabancı gelmeyecek imajların toplamından ve zincirinden başka bir şey değildir.

Not 2:
“Tüm zamanların en iyi beş-on filmi” yerine “tüm zamanların en iyi iki üç fikrini” öneriyorsak ve burada Godard’la buluşuyorsak bunun nedeni kaçınamadığımız bir ayıklıktır: “doğru” fikir ya da “imaj” yerine oturur… yapması gereken şey önceden bellidir, istenmiş, talep edilmiştir… genel bir “tüketici” tarafından… imajın “dosdoğru” olması… herhangi imaj ise hakkının verilmesini, içine sarılıp sarmalanmış olduğu klişeden kurtarılmayı, sökülüp çıkarılmayı talep eder…

3.
Çünkü Godard bütün eleştirmenlerini gülünç bir duruma düşürmeyi başarıyor… Bazıları A Bout de Souffle (Serseri Aşıklar = Nefes Nefese) gibi bir filmi klasik “serseri” filmi olarak yorumlamıştı… Hani şu Hollywood’dan pek alışık olduğumuz, bir zamanlar James Dean mitolojisinde esas modelini bulan şey… Ama oradaki sersemletici ritm içinde yaşayan yalnızca o “büyüleyici serseri” Jean-Paul Belmondo değil, şehrimizin mutlak kıpırtılar egemenliği altında, neredeyse kendi jestlerimize bile sahip olamayan, evimize çekildiğimiz andan itibaren de imajların mutlak ideolojik bombardımanı altında bir “herkesin herkesle savaşını” yaşamaya mecbur kalan biziz… hepimiziz… İşte bu yüzden Godard filmleri daha ilk kareden itibaren politiktirler…
Not 1:
Sinema mitolojiktir veya mit üretmeden, star üretmeden yapamaz… işte Godard’ın o tuhaf hatırlatması: “… birisi Beethoven’den hoşlanıp Sting’den nefret eden, öteki ise tersini hisseden bir karıkoca için hiçbir mesele yoktur; ama eşlerden biri Spielberg’den hoşlanıyor, öteki nefret ediyorsa ayrılık ergeç mukadderdir… çünkü sinema hala dünyanın bir temsilidir…” Bu sözleri bir espri diye geçmeyip –ya da esprinin üzerinde sıkıca durup– ciddiye alıyoruz: sinema gerçekten herhangi bir sanata ya da meseleye göre (bunlara eşler arasındaki politik görüş farklılıkları da dahildir) çok daha radikal bir şekilde hayatı ve hayata bakış açılarını (bazıları Weltanschauung, yani “dünya görüşü” demeyi hala tercih ediyorlar) temsil ediyor… bu basit bir keyif veya zevk meselesinin ötesinde… işte bu yüzden “kötü film” denebilecek ürünlerin sayısı müzik ya da edebiyat alanında olanlardan zorunlu olarak çok daha fazla…

Not 2:
Genelleşmiş bir Tourette Sendromu yaşıyoruz (Giorgio Agamben)… hayatın, arabaların, trenlerin, zamanın akışı, mekanın dağılış ve yeniden kuruluşları, kısacası sürekli inşaat hali içinde kaslarımıza ve kemiklerimize hakim olabilme şansımız artık yok… üstelik bu –bir zamanlar dersem çelişki olmayacağını düşünüyorum– okulda (buna dans okulları da dahildir), askeriyede, fabrikada vesaire bize dayatılmış olan bir vücut-jest rejiminden çok farklı… İlk dönemlerinde sinema mimetikti -yitirilmiş jest ve ritüelleri yeniden yakalayıp tespit etmek, yaşatmak uğruna umutsuz bir uğraştı (başta Charles Chaplin olmak üzere Walt Disney, Western, Melodram ve Müzikal Dans…)…

Not 3:
Georg Simmel’in kullandığı anlamda “toplumsal tipler” konusunda ve kapitalizmin doğuşunun ve evriminin Marx’ın önümüze serdiği tarihi konusunda duyarlı olanlar bilirler: ta baştan beri iki proletarya vardı –birincisi bulunduğu yerde, toprağında, orayı işgal eden sermaye tarafından köleleştirilip “yere çakılan” yerleşik proletarya… ikincisi ise gezinip duran, orada burada iş bularak hiçbir birikim sağlamadan hayatını sürdürmeye çalışan, son tahlilde Amerikan rüyası denen Avrupai hastalığa yakalanarak kendini Davis Adası’nda buluveren (Şarlo –The Migrant) “göçmen” ya da “göçebe” proletarya… Birincisi Avrupa’nın modeliyse ikincisi Amerika’nın modeli… Bugünkü proletarya bambaşka bir model üstüne kurulmaya başladı… Artık yalnızca köleler var –ve bu kölelik içinde birileri paranın, ötekiler ise parasızlığın kölesi durumundalar… Ve sömürülmeye başlayan yeni emek biçimlerinin en önemli türü “enformasyon” ve “imajlar” üretimi yapanı…

4.
Çünkü Godard sinema yaptığında orada gördüğümüz insan hastadır… tıpkı gerçek dünyada olduğu gibi… unutulmaması gereken şey, hastanın hep maruz kaldığıdır –önce hastalığa, ardından tedaviye ve muhakkak ki ölüme… İşte Tarihin büyük hastaları:
–Herakleitos… Şöyle bir fragmanı kalmış elimize: “Hekimler kesip dağlayıp sonra da para istiyorlar; hastalıkların zaten yaptığından başka bir şey yapmadıkları halde…” Kendi teorisi uyarınca ölüyor –Efesli hekimlere iltihaplarını nasıl gidereceklerini danışıyor… sonra kendi bildiğini okuyor –ateşin vücuttaki ıslaklığı kurutacağı düşüncesiyle kendini bir tezek yığınına gömüp, işte orada ölüyor…
–Spinoza: hastalığı kaçınılmaz, çünkü geçimini mercek ve gözlük camı yontarak sağlıyor… sonuçta 44 yaşında –herhalde cam tozları yüzünden– bir akciğer hastalığından ölüyor… ölürken kendisine uygulamak istedikleri uyuşturucuları ve ağrı kesicileri reddediyor… hayatın gücünü ve direncini öyle daha iyi hissedebildiğini söylüyor…
–Marat: cilt hastalığı yüzünden o zamanki tek tedavi olan sürekli banyoda kalma hali onu komplocuların militanı Charlotte Corday’in hançeriyle ölmeye mecbur bırakıyor…
–Nietzsche: hastalığı sürekli, nihai ve onun formülüne göre “hastalık hayata bir bakış tarzı…” Klossowski’nin neredeyse ıspatladığı gibi “deliliği” felsefesinin zorunlu bir sonucu, ya da amacıydı zaten…

5.
Çünkü hastalık bir hayata bakış tarzıdır ve Godard filmlerinde yalnızca bireyler değil toplumlar hastadırlar… Ama bireylerdeki hastalık asla tedavi aramaz, kabul edilmiş, en uç noktalarına kadar taşınmış hastalıklar bunlar… Eğer modern çağda nevrotik bir birey olmak en olağan hal ise bir de doğasında psikotik olan bir toplumda nevrotik olma halinin ne anlama geldiğini sormak gerekir…

6.
Çünkü her şey imajdır ve cisimlere, hayata ve dünyaya dair elimizde imajlardan başka hiçbir şeyimiz yok… Sorun, içinde manipüle edildikleri rejimlerin ellerinden imajları kurtarmakta yatıyor… Bunun için film de yapabilirsiniz, ama düşünebilirsiniz de –filmleriniz de “düşünceli” filmler olabilirler… Genelleştirilmiş hastalığın –globalleşme adı altında, para piyasaları adı altında, siyasi iktidar adı altında bir bulutsu gibi bizi sarıp sarmalamaya başladığı günümüzde…

7.
Çünkü bakışın bir geometrisi, imajların da bir pedagojisi var… ve bunlar iyice öğrenilmeli… görmeyi öğrenmenin gerektiğini burada asla bulaşmayacağımız, ama değinmekten de kendimizi alamayacağımız fenomenoloji düşünürleri zaten söylemekteydiler… hastalıklarla kendine göre bir hesabı olan tıbbın “bakış” geometrisi üzerine, Michel Foucault’nun “Kliniğin Doğuşu: Tıbbi Bakışın Bir Arkeolojisi” (Naissance de la clinique: une archéologie du regard médical- bu kitap için amazon.com’a link beklemeyin, kütüphanede ve elimizde var…) adlı harikulade araştırmasının çerçevesinde epeyce tartışacağız zaten. Ayrıca arkadaşımız Dr. Deniz Dülgeroğlu sayesinde hastane çekimleri yapabilecek durumdayız… Hastalığın hayata bir bakış tarzı olduğunun derinden farkına vararak hastalığa, onun mekansal ve zamansal yayılımına bakmak gibi bir fırsatımız olacağını ve bunun için videografik yazıyı kullanabileceğimizi düşünüyoruz…

8.
Çünkü her imajı tüm bir kainat kuşatır, sarıp sarmalar, onu ya boğar, ya da gevşetir… bu her filmcinin şu ya da bu tarzda bilip tanıdığı bir durumdur… önemli olan bu kainatın bir “iç kaos” mu (Orson Welles ve onun psikanalitik-Nietzscheci eseri) yoksa derimizle her an temas içinde olan bir “nesnel gerçeklik” mi olduğuna karar vermektir. Godard sineması, muhtelif anlarında ve muhtelif güzergâhları üzerinde her ikisini üstüste çakıştıran bir felsefeye sahip…

9.
Çünkü yeni bir antropolojinin ilan edilmesi gerektiğini hissediyoruz… yani yeni bir insanın –buna proleter dediler (Marx, Lenin, Mao), maddi-olmayan emekçi dediler (Tarde, Negri), siborg dediler (Kathy Acker)… Godard’da bu yeni antropolojinin bütün izlerini bulabiliyoruz… ya da bulmaya çalışabiliriz…

10.
Çünkü artık “devrimler çağı”nda olmadığımız çok kolay söylenir hale geldi… Daha geçen yıl ekonomik krizlerin özellikle Üçüncü Dünyada toplumsal patlamalara yol açabileceğini söyleyen Sn. (hem “sayın” hem de “sanal” anlamına geliyor) Kemal Derviş, Türkiye gibi sefil bir Üçüncü Dünya ülkesinde yürürlüğe sokulmak istenen yeni ekonomik düzenin başına IMF ve Dünya Bankası tarafından tayin edildiği andan itibaren bu söylediklerini tümüyle unutmuş görünüyor… Ama biz biliyoruz ki devrim tarihsel, yani olup bitecek bir olay değildir, insanlardaki, çokluklardaki bir özgürleşme eğilimidir… özgürleşmeden başka amacı yoktur… katlanabileceğimiz tek “iyimserlik” bundan ibarettir…

11.
Çünkü Godard, Pasolini’nin söylediği gibi, daha A Bout de Souffle ve Pierrot le Fou’dan itibaren bu yeni antropolojiyi ilan etmeye başlamıştı… Kahramanlara ve eylemlerine alıştırıldığımız Hollywood sineması (ya da Yeşilçam, farketmez…) bir “jestler nostaljisiydi…” Giorgio Agamben’in dediği gibi, jestlerini, geleneklerini, mekanlarını, hatta nostaljilerini bile kaybetmiş bir antropolojik türün (buna modern insan –burjuva veya proleter– diyebilirsiniz), yitirdiği jestlerini, yolda karşıdan karşıya geçişlerin, çarşı-pazar dolaşmaların, acele ayaküstü sevişmelerin, tesadüfi karşılaşmaların, her köşede beyne inebilecek polis coplarının veya hırsız sopalarının, olası depremin ve ne olduğu bilinmez baz istasyonlarının, evde ve sokakta televizyonun, yeraltında metronun keyfine bırakılmış olan vücudunda yeniden keşfetmeye çalışan bir yaratığın varoluşunu yeniden-yakalamak uğruna keşfettiği yeni bir illüzyon türüydü…

12.
Çünkü “serseri” denen hayat tarzı için “başa gelenlerle” –yani aşk, ihanet, cop darbesi, kurşun ve ölüm– hayatın kendisi arasında büyük bir ayrım vardır… “biz hayata inanmak istiyoruz” (Gilles Deleuze, özellikle Godard üzerine…)… artık bir Tanrıya değil, inancın kendisine ve gücüne inanmak istiyoruz… Nefes Nefese’de olduğu gibi, hayatın darbeleri yalnızca maruz kaldığımız ve üzerimizde imajlar olarak gururla taşıdığımız yüzey etkileridirler… Hayat ise derinden gelen ve bunları yüzeyde tutan güce denir… Hayatın gücü olmasaydı bunların hiçbirine “yüzeysel” diyemezdik… = katlanılabilir tek optimizm budur…

13.
Çünkü 13 bizim için en “uğurlu” rakamdır…

14.
Çünkü önerilen (önerdiğimiz!…) yeni antropolojik tip yapabileceği hiçbir şey olmadığı anda en azından raksedebilen bir tiptir (Pierrot le Fou)… “J’sais quoi faire…” Bu hem “ne yapacağımı bilemiyorum” hem de “ne yapacağımı biliyorum” anlamına gelir…

15.
Çünkü TDK’dan para alarak “içrek” gibi bir kelimeyi icat edenlerin neden “dışrak” (Türkçedeki o belalı ses uyumu kuralı…) gibi bir kelimeye tenezzül etmediklerini sormak zorundayız… (felsefedeki ve dilbilimdeki “zorunlu karşıt” ilkesi uyarınca…)

16.
Çünkü hallerimizi anlatmak istedikçe dile gitgide daha az güveniyoruz… dilin başkalarına sunduğumuz imajlarımızın söylediğinden çok farklı şeyler anlattığının farkındayız…

17.
Çünkü biliyoruz ki 17. yüzyılda “öznel” denen şey bugün “nesnel” dediğimizdir ve “nesnel” denen şey bugün “öznel” dediğimizdir…

18.
Çünkü bizim için her “özel” mesele aynı zamanda “insanlığın” esas meselesidir… ve karşılıklı olarak “insanlığın her meselesi” benim de “özel” meselemdir… savaş özel meselemdir, televizyon felaketini içimde yaşarım… birine aşık olduğumda bütün aşıklar bununla ilgilidirler…

19.
Çünkü “özel hayat” bize saklı değildir… Kapitalizmin bizi sakladığı bir kozadan, kendisine katlanabilmemiz için bizi içinde tuttuğu bir kozadan başka bir şey değildir “özel hayat”… ve bunu anlamak için herhangi bir JLG filmi izlemek en az Bresson, Welles, Dreyer filmi seyretmek kadar yeterlidir… >ALINTI